A password will be e-mailed to you.

11 Nisan Perşembe, ikindi vakti; hava ısınmış çiçekler açmış diye etrafı incelerken, Onay Bey avludan bana el sallıyor, gülümsüyor. Kapının eşiğine yanaşınca müzik sesiyle geniş atölyesine giriyorum, kitaplar, eskizler, boş tuvaller, dolmuş ama daha bitmemiş işler, bitmiş ama Onay Akbaş’tan ayrılamamış olanlar, oraya yerleşenler, oralı olmuşlar, kitaplar, boyalar, fırçalar…

Salona geçiyoruz, tanıdık duygulara kavuşmanın huzuru ile bir rehavet çöküyor üstüme. Çay saati kurabiyelerine uzanıp, sorularımı bir kenara bırakıp önce kendisini dinliyorum. Dinledikçe heyecanlanıyorum, gülüyorum, bir tanışıklığa daha şükran duyuyorum. Sohbetimiz çok canlı başlıyor; her şeyi konuşmak istiyoruz, tempomuz, sorgulamarımız derin, “ah görüşmeyeli anlatacak, paylaşacak ne çok şey birikmiş” der gibi sanki !

Atölyeye aslında çok yakınız, sofrayı hazırlarken, “Onay yemek hazır, hadi gel” diyebilir bir ses, ya da uykudan uyanan biri, tuvalin önünde ışığı yoklayan boyalı elleri görebilir. Bir yandan da atölye kendi içinde çok özgür, birçok yeri gezmiş, düşünmüş, taşınmış da buradan başka bir yer istemem demiş sanki. Atölyeye dalan bakışlarımı farkediyor Onay Bey, kendi anlattıklarından vazgeçip:

“Ben böyle çalışıyorum, biliyor musun? Önlük yok, kıyafet değiştirmek yok, ayrı bir oda, herkesten uzak bir yer yok. Benim çalışma halim, hayatımın içinde. Evin bir köşesi atölye, çünkü benim gündelik rutinimin parçası; su içmek, yemek yemek, okumak gibi, resim yapmak, düşünmek, üretmek ve üretmeye devam etmeyi arzulamak.”

O sırada koridordan Theo geliyor, Onay Bey’in oğlu. Türkçeyi anlasada, Fransızca daha kolayına geliyor, sıcacık bir karşılama ile selamlaşıyoruz. Sohbetimize oda dahil oluyor:

 

Zor bir çocukluk ve gençlik geçirmişsiniz, buralı olmaya nasıl karar verdiniz? Geçmişi geride bırakmak için mi uzaklara geldiniz yoksa en başından beri burada sanatçı olmayı isteyerek mi Paris’i seçtiniz?

24-25 yaşlarındaydım, sen kadar işte. “Beni” tanımak için, ötekini tanımam gerektiğini anladığım zamanlardı. Kendi dünyamı anlamak için, başka dünyaları görmeliyim dedim. Bizi belirleyen aslında ötekilerin varlığı. “Sen kimsin” sorusu, “o kim’e” cevap vermeden, havada asılı kalır. Ötekini tanımakla başlıyor bu sorgulamalar, sonra kabullenme geliyor, yani sen gibi olmayan da var diyorsun. Bu yüzden aslında ikisini düşünerek başladı bu yolculuk. Hem kendimi bulmak hem sanatı yaşamak için.

İyi bir okuyucuyum, kültür emperyalizmin tüm izlerini gözlemleyerek büyüdüm. Okuduklarımı aradım ilk geldiğimde. Notre Dame’a girip Quasimodo’yu aradım. Yani onu orada bulmayı değil tabi. Okurken kurduğum hayalleri, satır aralarını, karakterleri… Aslında o dönemde sanat okuyan biri için bu şehre gelmek, hacca gitmek gibiydi. Resim fakültesi ikinci sınıftayken, Van Gogh’un mektupları çıkmıştı. Bir bu kitap, bir de E.H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabı en önem verdiğim eserlerden. Gombrich’i o yaşlarda okuduğumda hayranlıkla birlikte derin bir sorgulama alıyordu beni. Benden önce her şey zaten söylenmiş, her şey bulunmuş, peki ben kendimi bu keşfetme dünyasında nasıl, nerede konumlandırabilirim, diyordum. İşte aslında bu farkındalık oluştuğunda, o zaman seyahat başlıyor, daha doğrusu gezip görüyor olsanda, almak istediğinde ilerliyorsun.

Paris’e geldikten kısa bir süre sonra Van Gogh’un mezarına gittim. Orada resim yaptım, anlamak, hissetmek, kısa bir süre için oralı olmak istedim. Yani sonra sonra düşününce anlıyorum, o dönemdeki çabalarımı. Şimdi belki sanatın bu kadar ulaşabilir olduğu bir çağda bu denli bir kavuşma tuhaf geliyor olabilir. Ama biz reprodüksiyon kuşağıyız. Ben orijinal resimleri ilk 24 yaşında Avrupa’ya çıktığımda gördüm. Şimdi sana ismini bilmediğin bir sanatçıdan bahsetsem, tanımadığını söylemene gerek dahi kalmadan saniyeler içinde tüm işlerini, elindeki ekranla görebilirsin. Sanat ve bilgiye ulaşım aslında bu anlamda demokratikleşti. Ama bize ne sağladı, bu durum sanata nasıl yansıdı, tartışılır. Çünkü bu hız çağında ulaşabilmek, içeriğin kendisinden daha fazla önem kazanmış gibi.

Türk sanatı, politikası, ekonomisi; yani aslında modern anlamdaki Türkiye’nin temeldeki düzenlemeleri Fransa’dan önemli etkilenmeler taşıyor. Biz, hem bu örnekleri hem de Avrupa’nın kendi eserlerini okuyarak, eğitim aldık. Etkilenmemiz çok güçlüydü. Özgür sanatçı fikri doğrudan bu şehirle özdeşleşiyordu. Abidin Dino, Yüksel Arslan, Selim Turan, Mübin Orhon; kendini Fransız kültürüne atmış değerli sanatçılar. Buraya gelince ve zaman zaman İstanbul’a döndükçe gözlemleyerek emin olduğum şu ki, sanatçının üretebilmesi için önce kendisinin sonrada çevresinin, yani atmosferin özgür olması gerekir. Baskıda, sansürde, kontrol ortamında da üretir sanatçı ama devamı gelmez, sürekliliği olamaz. Bir haykırış olur, başkaldırı olur, sanatıyla isyan olur.

Paris’te aktif olarak politikaya dahilsiniz, sanatın ve devletin ilişkisi nasıl olmalı?

Devlet destek mekanizmaları çok dikkatle hazırlanmalı. Kamu kurumları neye göre, hangi koşullar içerisinde sanata destek verecek, kendi ideolojisini yansıtmadan, objektif sanat desteği nasıl sağlayacak? Türkiye’de mevcut düzenlemelere devlet desteği olunca kakafoni oluyor. Her belediye veya yerel yönetim kendi zevkini yansıtıyor. Bu noktada eğer doğru düzenlemeler yok ise devlet kültüre dahil olmamalı. Yani müdahale etmemeli. Çünkü desteklediği sanat değil, kendi sesini duyuracak araçlar oluyor. Bu yüzden buna kuşkuyla yaklaşıyorum. Sovyetler Birliği, Hitler sanatın ve kültürün toplum üzerindeki etkisini çok akıllıca kullandılar. Bu noktadan bakınca hukuk, demokrasi, insan hakları gibi temel olguların olmadığı bir devlet sisteminde Kültür Bakanlığı gibi bir kurumun varlığı tereddüt oluşturuyor.

Türkiye, sanatın ve kültürün gerçek önemini maalesef hâlâ kavrayamadı. Biz ülke olarak tarihin koma odasındayız. Travmalarımızdan, pişmanlıklarımızdan bir türlü çıkıp ileri bakamıyoruz. Yoğun bakımda kalakaldık. Kendimizi uyandırıp, olanı, biteni normalleştiremedik. Bunu yapsak; dünya nerde, biz nerdeyiz, sanat ne demek, insanın sanata neden ihtiyacı var, sorgulamaya başlayacağız. Türkiye’de tiyatro, müzik, dans, bale, opera; toplumun ne kadarına ulaşıyor, ya da ulaştığı senaryo da sadece popüler olanla mı gidiyor? Sanatın etkisi bireyler üzerinde kısa vade de sonuç doğurmaz, ancak uzun sürede, zamanla sanatı takip edip, özümseyen insan kalabalıklardan farklılaşır, kendini var eder. Yaptığı iş ne olursa olsun, işi yapış biçiminden sanatı takip eden insan ayrılır. Bir bankacı ya da doktor, kendi alanındaki duruşu, olayları ele alışı ile bunu belli eder. Ama dediğim gibi bu zaman alır, böyle oluncada etkisi hemen çıkmayan işler bizde pek sevilmez. Görünmeyen yatırım tercih edilmez. O yüzden sürekli yeni yollar, kaldırımlar yapıyoruz. En görünür gelişme!

İnsanın ruhuna dokunmaya, ulaşmaya, inanmıyor maalesef Türkiye. Bahsettiğim gibi benim kuşağımın ressamları kültür emperyalizmin yarattığı sevda ile koşarak buraya geldi. Bizler onun ürünüyüz. Fransız edebiyatı, çağdaş sanattaki etkiler; Cezanne, Van Gogh, bunların hepsi bizi içine çekti. Biz, tüm bu yaratılan gölgeleri takip ederek buraya geldik. Sanki buraya gelince bizde kültürlü olacaktık. Ateş böceklerinin ışığı takip etmesi gibi, bazı şehirler kendi zenginliği anlatarak, çağırarak çoğalır. Peki, Türkiye’de nasıl gölgeler oluşturuluyor? Kim, bunları nasıl takip ediyor?

Gölgeleri takip ederek bugüne geldik ama bugünün sanatı, sizin yola çıktığınız zamandan nasıl farklı?

Sanat kendini bir şekilde var etmeye çalışan bir oluşum. Bir kazan gibi içerisinde sürekli bir çatışma ve sükunet aynı anda var. Bu kazan, birbirini tanımayı ve tamamlamayı da gerektiyor. Sanatçı kişisi de bu yapıya uygun değilse o kazanda barınamaz. Bugünün sanatında ise işler biraz daha karıştı. Fırsat eşitliği falan sanatta zaten yok. Kendine ait başka kuralları var. Birde koca sosyal medya, iletişim dünyası dahil oldu bu kargaşaya. Eskiden fiziksel olarak, galeri ve fuarlarda lobicilik yaparak, konuşarak, anlatarak; kendini, sanatını kullanarak tanıtırdın. Şimdi ise saniyelerle bir şey çok sanatsal olabilir, insanlar kitlelerin beğendiğini görerek, beğenmesi gerektiği algısıyla çok beğenebilir.

Benim ilk işlerimi ürettiğim yıllar ile bugünkü şartlar arasında inanılmaz farklar var ve dahası bu farkları çok çabuk kabullenip uyum sağlamamız bekleniyor. Ben elektriği ilk defa 1980 yılında gördüm. İnanabiliyor musun? Senin için yokluğu, bulunması konu olmamış bir kavram. İlkokulda gazlı lamba ile ders yaptık, sonra bir anda radyo, siyah beyaz televizyon… Ben telefon yazdırırdım, 3 gün sonra haber gelirdi, “istediğiniz arama geldi” diye. Şimdi okundu, okunmadı mesaj bilgisi var ! Renkli televizyon nasıl olur derken, Facebook‘tan arkadaşlarımı eklerken buldum kendimi. Bu dehşet ilerlemede sanatın formları, pratikleri, konusu da inanılmaz değişti. Dahası, bunların tamamı 40 yıllık bir sürede oldu. İnsanoğlunun üç bin yılda yapamadığı şeyler bizden 40 yılda beklendi.

Tanınma, önemli olma, sanatsal değer taşıma meseleleri çok değişti. Van Gogh kendi halinde resim yaparken, çokta insan daha onu tanımazken, “eminim, göreceksiniz, gelecekte çok önemli olacağım” dermiş. Bugünün Van Gogh’u böyle bir şey der mi, ya da daha önemlisi, gelecekte önemli olmayı arzular mı? Şu an için tanınmak ve her yerde görünür olmak çok daha tercih ediliyor gibi. Eskiden resimlerin altındaki imza ve tarih çok daha önemliydi. Neden? “Ben yaptım” demek için. Daha önemlisi, “bunu senden önce yaptım” demek için.

Atölyede saatlerce heykel yapıp, çamur ıslatıp, bir gün işlerim duyulacak, kabul göreceğim diye, bugün bekleyebilir misin? Artık kalmadı öyle bir şey. Bugünün senden beklediği dinamizme uymak zorundasın. Çağımızda sanatın, sanatçı kavramının nereye gittiğini ben de bilmiyorum, bu hızı takip etmeye çalışıyorum. Ama bu kargaşada kendime, ruhuma sığınıyorum.Ben sadece ressamım diyorum. Salyangozun kabuğuna çekilmesi gibi. Ben sadece resim yapıyorum.

Aslında, sanat ve hayat taklitle başlayıp reddetmekle devam ediyor. Çocukta, anne babasını reddedince büyüyor, yani onlardan farklı ve bağımsız olmayı kabullendiğinde. Sanatta da önce ustalarını taklit edersin, takip edersin. Ne zaman ki onlar reddedip kendi formunu oluşturdun, o zaman ustalık başlar. Bu dönemde, bu geçiş nasıl oluyor bundan emin değilim.

(Röportajın devamı bir sonraki yazıda…)

 

İLGİLİ HABERLER

Onay Akbaş retrospektifi İş Sanat’ta

“Bir iç deniz yok olmuşsa onu tekrar doldurabilir miyiz?”

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 11:50:01