A password will be e-mailed to you.

10. Arkitera Ödülleri’nde “Genç Mimar Teşvik Ödülleri”nden birini kazanan Yelta Köm ile mimarlık pratiğini konuşmak için buluştuk, mimarlık camiasına bakış açısından mimari uygulamaların çeşitliliğine uzanan geniş yelpazede bir sohbet oldu: “Mimarlıkta bina ve proje yapmak dışında başka şeyler de yapılabildiğini görmek bence heveslendirici bir şey.” 

Ben seni ilk kez “yarın güzel bir sabah olacak” yazınla tanıdım. “Herkesin dahil olduğu, kişisel egoların olmadığı bir mimarlık var mı?” diye soruyordun. Mimarlık egosuna getirdiğin bu eleştirinin senin kendi pratiğinden doğduğunu düşünüyorum. Buradan başlayalım mı? 

Bu mimar egosu durup dururken aklıma gelen bir şey değil. Sadece ego bağlamında değil ama, mimarın rolü hakkında lisans eğitiminde Uğur Tanyeli’den ve Bülent Tanju’dan dinlediklerimizin payı büyük. Bir süre sonra mimarlığın olağan bir şey olduğunu fark etmeye başlıyorsun. Mimarlık bir aura üzerine kurulmuş ve mimar da mitolojik bir karaktere dönüştürülüp öyle yetiştiriliyor. Fakültede, “bundan dört sene sonra benden birinizin ismini isteyecekler ve ben birinizin ismini vereceğim” denildiğini duydum. Böyle bir yaşam. Survivor

Öte yandan senin aktivist bir mimar olduğunu da biliyoruz.

Kendime aktivist mimar diyemem, birçok kişinin hakkını yemiş olurum. Bir yandan da aktivizmi herhangi bir meslek alanının dışında görüyorum. Bir mesleğin ön tamlaması haline gelmesine de sıcak bakmıyorum. Çok insani bir durum çünkü aktivizm; bunun meslekle, eğitimle ilgisi olduğunu düşünmüyorum.

Herkes İçin Mimarlık gibi içinde bulunduğun oluşumlardan ve etkinliklerden dolayı diyorum. Tüm bunların mimarlık pratiğinle nasıl bir ilgisi var?

Bir yerden sonra her şeye mimarlık çerçevesinden bakmaya başlıyorsun ve sürecin şeffaflaşması, mimarın işini paylaşması da o yüzden önemli. Yani süreçler şeffaf olsun, tek bir mimar yapmasın ve herkesin katkısı olsun.

Tüm bunların arasında kültür-sanat dünyasıyla ilişkin nasıl oluştu?

Mimarlıktan önce aklımda görsel iletişim tasarım okumak vardı. Sonra mimarlık bölümünü kazandım ama bir yandan görsel üretim ile ilişkiliydim.  Tiyatro vardı hayatımda. Lisedeyken baya aktif bir grubun içindeydim. Yönetmen asistanlığı, dekor tasarımı gibi işlerle ilgileniyordum. Bilgisayarla çok ilgileniyordum; modelleme, çizim programları. Üniversite birinci sınıfta Taşkışla’ya falan çok fazla gidiyordum. Orada uyuku[suz] toplantı serisi oluyordu. İlk gittiğimde ne oluyor diye şaşırmıştım, çünkü mimarlığın sadece çizim olmadığını, orada başka konuşmaların da olduğunu gördüm. Merak ediyorsun, okuyorsun, araştırıyorsun ne oluyor ne bitiyor diye. 

Buradan sergilere geçişin…

Sergi daima merak ettiğim bir mecraydı, üniversiteye ilk girdiğim yıllarda güncel sanata da meraklıydım, o günlerde liseden arkadaşımız Aslı (Çavuşoğlu) bizi sergi açılışlarına davet eder, bir yerde de teşvik ederdi aslında. Arkadaşlarımla beraber video çekiyorduk. O dönemden aklımda kalanlardan biri e-flux video rental arşivinin PİST’e gelmesiydi, kafa açıcı olmuştu benim için. Kayıtdışı’nı organize ediyorduk, onun sergileri tam anlamıyla bir sergi formatında olmasa da, etkinlik serisi, atölyeler ve başka yollar hakkında heyecanlandırıyordu. Bir süre sonra, ben bir ofiste çalışabilirim ama bir yandan da yapmak istediğim başka şeyler var, demeye başladım. Bu bir yandan senin dediğin kültür-sanat hikâyesi. Mesela yurt dışına gidip gelirken Venedik Bienali’ni görüyorsun. Sonra, 1. İstanbul Tasarım Bienali’nin duyurusu oldu ve ben çok heyecanlandım, çünkü beklediğim şey buydu. Mimarlık ve tasarım sergileri hep merak ettiğim, içinde olmak istediğim bir mecraydı. İstiklâl Caddesi üzerinde Garanti Galeri vardı, uluslararası gündemi oradan takip edebiliyorduk. Bu sıralarda, 2006’da, ev: bir yerleşme müzakeresi sergisi olmuştu, neredeyse kolektif bir üretimdi. Daha sonra da dediğim gibi 1. Tasarım Bienali ortaya çıktı, bir açık çağrı yaptılar. Kerem Piker ile beraber çalışıyordum ve Musibet sergisinde yer aldık; aynı sergiye Herkes İçin Mimarlık ile de katıldık. Adhokrasi sergisine ise Joseph Grima ve Pelin Tan, beni seyyar bir kütüphane tasarımı için, Kayıtdışı’nı da CoHaStra ekibiyle işbirliği için davet etti. Böylece bir anda uzun süredir takip ettiğim mecranın aktörü oldum. 

Yaptığın çalışmaların çeşitliliğine bakınca merak ediyorum, mimarlığın kategorileri var mı?

Her işi yapan mimar var. Pazarlama yapan mimar da mimarlık bilgisini kullanıyor. Çünkü bu mimarlık bilgisi tepeden inen bir şey değil. 

Pazarlama ile ne alâkası var?

Yapı ürününü pazarlarken ya da senin mekânında nasıl olacağını sana anlatırken de mimarlık bilgisini kullanıyorsun. Mimarlık bilgisine biz hep kutsal ve tek noktadaymış gibi bakıyoruz, oysa bunun dağılması lâzım. Bu da hiyerarşi oluşturuyor. Kimi zaman etkinlik yapmak da bir mimarlık. Örneğin, Cenk Dereli’nin “nobon” adındaki mimarlık pratiği. İçine etkinlik yapmak da dahildir, mimari proje de, radyo da, grafik tasarım da; pratiğinin tek seferde dile gelen bir hali yoktur. Bunların hepsi bence mimarlığın içinde. Mesela, yine Cenk ve Hayrettin (Günç) ile bir deney olarak başlattığımız KONTRAAKT projesi var; bağımsız bir mimarlık mecrası olabilir mi diye sorduk ve online olarak bunu çoğalttık. Bunların hepsi aslında mimarlık alanından çıkan üretimler.

Gelelim VitrA Çağdaş Mimarlık Sergisi’ne. Aslında küratör sıfatıyla bir derdin olduğunu da biliyorum ama bir yandan bu işi de yapmaya başladın. Senin aklında ne vardı ve biz bu sergide ne kadarını görebildik?

VitrA’nın Türk Serbest Mimarlar Derneği ile ortak bir projesi. Önceki sergileri biliyordum, yapı tipolojisi üzerine odaklanıp oradan meseleyi açan sergilerdi. Kültür yapılarını  düşünürken kültür meselesini çok daha kapsamlı ele aldım ve mimarlık kültürü üzerine odaklanmayı seçtim. Sadece binalar değil yani. Bunun tek yönünün olmadığını düşündüm, içine mini müze ve başka şeyler koyarak nasıl harmanlayabilirim diye sordum. Bu aslında son günlerde kafamı karıştıran bir şey; eğer her yaptığına mimarlık dersen diğer alanlara geçişini nasıl sağlıyorsun?

Bu benim en baştan beri merak ettiğim şey. Sonra sergi ne oldu?

Serginin içime sinen kısımları olduğu kadar, kafamda halen soru işaretleri olan yerleri var. Bazen yapmak istedikleriniz sadece size de bağlı kalmıyor. Artısıyla eksisiyle iyi bir ilk deneme yaptığımızı söyleyebilirim. 

Bence bu da bir hak, kendi işine eleştiri yapmak.

Yazılarımda yapıyorum bunu. Erdem (Tüzün) ile beraber yaptığımız projelerde de çoğu zaman acımasızca eleştiriyoruz kendimizi. Sergi için de yapıyorum, yapmadığın zaman zaten o egonun içine hapsolmuş oluyorsun. Elimden geldiği kadar konuşma ortamını açmaya çalıştım. Bu bir öğrenme, tartışma yolu; öyle gelişiyor her şey.

Nasıl gelişti peki sergi süreci? 

Projenin koordinatörü Pelin Derviş, bu süreçte benim en büyük destekçimdi. Onunla çalıştığım için çok mutluyum. İsmi “Dikkat Kaygan Zemin!” olunca serginin, zaten neyin üstüne kurulacağına dair bazı ipuçları veriyordu. Ama belki şu da olabilir, herkesin kafasında genel geçer bir mimarlık sergisi görseli var. Maketler, proje ve bina posterleri gibi örneğin. Bense, böyle biraz iki alanın arasında, bir araştırma sergisiyle davetli bir mimar sergisi nasıl olabilir sorusunu karıştırmaya çalıştım. Takip ettiğim insanların hem mimar, hem küratör, hem de sosyal bilimci olarak neler yapabildiğini biliyordum, o zaman ben de araştırmaya dayalı bir şey yapabileceğimi anladım. Sergi katılımcılarına hiçbir zaman sanatçı demedim. Çünkü sergiyi bir araştırma aracı olarak kullanmak istedim ve işlerin çoğu yeni üretimdi.  Birilerini çağırıp kafandaki meseleyi konuşmak ve onun düşüncelerini almak bence çok önemli. Bu sergideki en önemli şey, her şeyin yeni üretim olmasıydı; farklı alanlarda çalışan mimarlara alternatif bir üretim alanı açtı. Bu iyi bir şey bence. Çünkü ben, sizin böyle bir şeyiniz var ve şunu getirin, diyebilirdim. Onun yerine kendileriyle görüşüp karşılıklı değerlendirmeler yaparak, var olan işlerini nasıl çeşitlendirebileceğimize baktım. 

Farklı araçlar vardı sergide.

Sergi bir çok mecrayı kullanarak, izleyici ile etkileşime geçiyordu. Bir yanda poster var, bir yanda bilgisayar oyunu. Bugün mimarlık alanı da böyle zaten. Sergideki tek sıkıntı, her şeyi birbiriyle konuşturmaktaydı. Mesela Ankara versiyonunda, her işe belli anahtarlar seçip koydum. En baştaki sergi fikrim, çok rahat gezilen ve belli bir zamanı olmayan bir şeydi. Bu durumda da işler birbirinden kopuk olabiliyor. Bu yüzden öykü pasajlarından anahtarlar yaptım. Bunların bazılarını bilinen romanlardan devşirerek bazılarını da kendim kurmaca olarak yazdım. Gerçi bunun geri dönüşünü alamadım.

Tam da bu noktada, serginin bir tartışma alanına hizmet ettiğini düşünüyor musun?

Çok fazla etkisi olduğunu düşünmüyorum. Sergi hakkında eleştiri yazıları çıktı, bu iyi bir şey. Bir iki tane oturum yaptık ve bu oturumlarda farklı karakterlerle konuşmalar oldu. O konuşmaları mesela gerçekten önemsiyorum; sergi mekânının tam ortasında, izleyiciler daha müze mekânındayken, mekânı bozup, konuşma alanına herkesi çekebilmek iyiydi.

Sence bu durum, mimarlık ortamının kendi konuşmama halinden mi kaynaklanıyor?

Yani bir bina yapıldığında da, bir proje yayınlandığında da ya da bir etkinlik hakkında da çok yazı çıkmıyor. Tanıtım yazısından değil, eleştiriden bahsediyorum.

 Serginin mekân kurgusunu da Erdem’le birlikte yaptınız. Nasıldı hem küratör hem mimar olmak?

Aslında birinin evini yapmakla sergi yapmak arasında çok fazla fark yok. Yine aktörler ve muhataplar var. Konular var, nasıl hayat kuracağını onunla tartışıyorsun ve bir fikir bulup onun üzerine kuruyorsun. Bu sergi tasarımında küratör bendim, yani bir yerde hem talep eden hem de cevabı vermesi gereken kendim oldum, ama bence bu çok da sağlıklı bir iletişim olmayabilir. Küratör ve tasarımcıyı ayırmak mümkün. Ama mimarlıkla ilgi bir sergi yaptığında bir yandan sergi tasarımını da yapmak istiyorsun. Bazen, dışarıdan gelip bakmak nasıl olur, diye düşünüyorum ve beklemediğin bir sürü olasılık da çıkabilir, çünkü iki yük birden üstünde olunca kendinle de çelişebiliyorsun. Ama bir yandan avantajı da var. Bazen sipariş ediyorsun ve ne geleceğini sen daha iyi biliyorsun, süreci hızlandırıyorsun. Diğer sergi çalışmalarında da sadece benim yaptığım sergi tasarımları denemez, bu kolektif şekilde yaptığımız şeyler. Arkadaşlarım bir sergi açacağı zaman fikir alışverişi yapıyoruz.

Bir de KOTUstudio var; başından beri konuşuyoruz aslında, Erdem Tüzün’le birlikte klasikleşmiş mimarlık pratiklerinin dışında da üretim yapıyorsunuz?

Bugün birçok yeni mimarlık grubu, klasikleşmiş mimarlık pratiğinin dışında işler yapıyor, arayışlar o yönde. Bizim de kendi alanımızı açmaya çalıştığımız durum aslında KOTUstudio. 2008’den beri Erdem ile beraber işler yapıyoruz. Yaptığımız işleri bir araya getirme, beraber çalışma motivasyonumuzu bu ortak stüdyo ayakta tutuyor aslında. Geçtiğimiz 3-4 senede ikimiz de dünyanın başka yerlerinde olmamıza rağmen, bu sanal birliktelik üretime dönüşüyor. Geçtiğimiz sene Betonart için “şimdi +” temalı bir sayı yaptık. Oradaki meselemiz mimarlık konuşulmasıydı. Yani terminolojinin içinde konuşalım ve öyle sorular soralım istedik. Bir dergiye dosyayı yaptığımız zaman da portfolyomuza koyuyoruz, yani sadece mimari projeyi değil. Örneğin, VÇMD sergi tasarımını beraber yaptık. Dekor tasarımı yapmışlığımız da var. Mimari yarışmalarda da bunu düşünce aracı olarak kullanıyoruz. Farklı kişilerle, coğrafyalarla elimizden geldiği kadar işbirlikleri yapıyoruz. Bize nelerden yola çıkıyorsunuz dediklerinde, aslında her şeyden yola çıkabiliyoruz. Uzun tartışma süreçlerimiz oluyor, araştırma bazlı ilerliyoruz. Bir gün bir mimari proje yapıp, ertesi gün defter yapmak üzerine konuşabiliyoruz. Kısacası Erdem’le sürekli bir konuşma halindeyiz, KOTUstudio da bu konuşma halinin üretime dönüştüğü mecra oluyor.

Arkitera Genç Mimar Teşvik Ödülleri’nden birini aldın. Mimarlık ortamını bilmeyen biri olarak bundan ne anlamalıyım?

Arkitera’nın 10. yılı ve bu ödülleri bir süre önce başlattı. Asıl ödül Arkitera Genç Mimar Ödülü, bu sene alan ekip PAB Mimarlık. Teşvik ödülü ise  daha çok yapılan üretimlerin takdir edilmesi. Bana bu ödülün gelmesi şu bakımdan iyi, mimarlık ortamının sürekli bina üretmek dışında yapılan pratiklerinin de, yani yazı yazmak ve sergi yapmak gibi çalışmaların da takdir edildiğini görüyorsun.

Bir yandan ödülü bir meşrulaştırma aracı olarak görüyorsun o zaman, yani senin yaptığın mimarlık pratiğinin mimarlık camiası tarafından kabul edilmesi?

Yani, böyle bir ön yargım olabilir, ama bu altı çok boş bir yargı da değil. Bugün Türkiye’de bina üretimi dışındaki mimarlık pratikleri çoğunlukla mimarlık alanın içinde görülmüyor. Bu teşvik ödülü hem benim bu ön yargımın yersiz olduğunu gösterebilir hem de yeni pratiklere cesaret verebilir. Aslında sıkıntı, aman bu çocuklar da bir şeyler yapıyor, anlayışı olabiliyor. Bu YTÜ’de okurken çok çektiğim bir durumdu; evet, iyi şeyler söylüyorsunuz ama bina nerede, plan çizimi nerede, kesitler nerede? Bu tartışmaların hiç biri mimarlık alanına da hizmet etmez; terminoloji içinden konuşup, esasları bağnazlıkla savunmanın, mimarlığın fikri üretimini engellediğini düşünüyorum. Dolayısıyla meşrulaştırma değil de, bu ödülü bir kabul olarak görüyorum, diyebilirim. Çünkü mimarlıkta bina ve proje yapmak dışında başka şeyler de yapılabildiğini görmek bence heveslendirici bir şey. Ama ödülün aynı zamanda mimarlık ortamı içinde çok kolay tüketilen bir şey olduğunu da söylemem lâzım. Yani ödüllerin itibar ekonomisinin bir parçası olduğu gerçeğini kavramak; onu iletişim için yeni bir mecra aracı olarak görmek ve bu sebeple tek bir doğruyu gösterdiğini düşünmemek lâzım. 

Bundan sonra da seni bu tür çalışmalarda görmeye devam edeceğimizi düşünüyorum. Son olarak, gelecek planların neler?

Evet, herhalde böyle geçecek biraz daha. Daha böyle kültürel alandan üretim, araştırma yapan, yayına kafa yoran; işte, böyle arada bir pratik olarak devam edecekmiş gibi geliyor bana da. Ama halen de mimari proje yapmaktan zevk alıyorum,  kendi üretim alanımı çeşitlendirip, sorgulamaya devam edeceğim gibi gözüküyor. Beş sene sonra iyimserliğimi kaybetmeyip, tekrar bunları okuduğumda, aynı döngü içinde olurum umarım.  Belki üç-beş sene sonra hepsinin kesiştiği bir yol daha belirgin olur benim için. 

Böyle bir mimarlık ofisi kurulabilir mi?

Kurulabilir. Zaten şu an içinde olduğum pratikte buna benzer, tam anlamıyla ofis olunca, bir de kapı anahtarımız olur elimizde. Tam aynı örneklem üzerinden olmasa da, bugünlerde beni heyecanlandıran ekiplerden biri Atölye İstanbul. Atölye İstanbul aslında bir co-working space, ortak üretim alanı, aynı ekibin bir de Atölye Labs’i var. Mimari proje de üretiyorlar, ürün de tasarlıyorlar, yeri geldiğinde iş vizyonu için strateji de geliştirebiliyorlar. Bu çeşitlendirmenin mimarlık mesleği için yeni alanlar açtığını, özgürleştirdiğini düşünüyorum. Zamanla daha çok böyle karakterler doğacak. Yeni oluşumlarda da bunun farkındalığının başladığını düşünüyorum. Şimdi düşünüyorum da, seneler önce Superpool, minibüs haritası yaptığında kendine dert edinip, bunu tasarım alanından ifade etmek bir mimarlık ofisi için çok da alışıldık bir durum değildi. Ofis pratiklerinin değişiminden bahsederken, Superpool’u da atlamak istemem. Türkiye’de mimarlık, kültür-sanat ortamında da halen kendi yerini açabilmiş değil; Venedik Mimarlık Bienali’nde daha ikinci sene olacak ülke olarak katılım.  Mimarlık sergileri de keza öyle. Mimarlığın da güncel kültürel üretimin bir parçası olacağını umuyorum yakın zamanda. 

Bunun nasıl olacağını düşünüyorsun mesela?

Zamanla kurumların kendilerini tanımladıkları alanları esneteceklerini düşünüyorum. Garanti Galeri’nin ardından bugün SALT’ın ve Studio-X’in açtığı alan, diğer kurumlar tarafından da benimsenecektir. Bunun için kültür-sanat kurumları kendilerini, burası bir sanat mekânı, bu kadar da olmaz, söylemlerinden kurtarmalı. Uluslararası ortaklıklar yapıp, kurak, çerçeveye alınmış mimarlık temsilleri içinde, kendilerini halen kutsal ve sessiz gördükleri gerçeğini ne yazık ki saklayamıyorlar. Sonuçta, bu ülkede her pozisyon kendisini kutsamaya ve muhafazakârlaştırmaya sevdalı. Bu, kronik bir durum. En başta konuştuğumuz, o hapsolduğumuz egolardan kurtulabilirsek, onun etkisiyle bütün bu çevreyi de dönüştürebiliriz. 

Bu değişimin olabilmesi için yazılarınla ve projelerinle katkılarının olacağı şüphesiz; şimdiden teşekkür ederiz o zaman! 


Elif Çiğdem Artan

 

Müzebilimci – DFG Bursiyeri – PhD öğrencisi – TU Berlin – Center for Metropolitan Studies – Berlin – New York – Toronto 

Daha fazla yazı yok
2024-05-13 07:26:56