A password will be e-mailed to you.

Müzik yazarımız Alain Matalon, 2012 yılının en iyi müzik albümlerini sanatatak.com için seçti. Listede sürpriz isimler mevcut…

2012 müzik için çok iyi bir yıl oldu –en azından benim için öyle. Şöyle bir hesap yaptığımda klasik müzik haricinde, (bir kısmı sadece bir defa olmakla beraber) 350’den fazla yeni albüm dinlemişim. Bunlardan bir daha dinlemek istemeyeceklerimin sayısı sanırım 20-30’u geçmez. Yani demek istediğim, 300’den fazla albümü şöyle ya da böyle beğenmişim -ve bir yıl sonu değerlendirmesi yapmak istediğimde- içlerinden sadece 10 tane seçmenin imkansızlığıyla karşıya karşıya kaldım. Bu yüzden en beğendiğim 100 albüm listesinde karar kıldım. 

Şunu hemen söylemem gerekiyor: Klasik müzik ezici bir şekilde en yoğun dinlediğim müzik türü olsa da, bu listede yer almıyor, çünkü klasik müzik dinleme ve değerlendirme kriterlerim tamamen farklı. Ayrıca listede pop/rock’ın büyük isimleri de pek yer almıyor –zira çoğunu dinleme fırsatım olmadı. Örneğin, 2012’de albüm çıkaran Bruce Springsteen, Alicia Keys, Norah Jones, Madonna ve No Doubt’dan hiçbirini dinlemedim. Son olarak da listemin pop/rock kategorisindeki bütün türleri kapsadığını da söyleyemem. Deneysel, elektronik, dans, punk, rap, metal gibi türler listede çok az yer alıyor çünkü bu müzikleri çok az dinliyorum ve içlerinden çok olağanüstü bulduğum bir albüm çıkmadıkça dahil etmenin bü türlerin gerçek dinleyicileri için haksızlık olacağını düşünüyorum. Aynı şey Türkçe müzikler için de geçerli. 

Listeye geçmeden, hakkaniyet açısından ilk 100’ümü kılpayı kaçıran bir kaç albümün de adını geçirmek isterim: We Will Always Be (Windy &Carl), Magic Hour (Scissor Sisters), Money Store (Death Grips), Tender New Signs (Tamaryn), Come Home to Mama (Martha Wainwright), Lisa LeBlanc (Lisa LeBlanc), By The Horns (Julia Stone), Joy and Better Days (Hip Hatchett),  Silent Hours/Golden Mile (Daniel Rossen) biraz daha vasat bir yılda rahatlıkla listeme girebilecek albümlerdi.

 

LİSTE

 

100- Smoke Fairies – Blood Speaks

İngiliz blues/folk ikilinin üçüncü albümü, eşit ölçülerde rock enstrümantasyonu içeren, sıkı prodüksiyonlu rock baladları ve ferah, nostaljik folk esintileri taşıyor. Blood Speaks, Blamire ve Davies’in ustalıkla yazdığı, aynı anda farklı yönlere giden (hatta farklı zaman ölçülü) vokal harmonileri ve duru melodileriyle dikkat çeken bir albüm. Açılış şarkısı Let Me Know ve Hideway öne çıkan şarkılar.

99- Anaïs Mitchell – Young Man in America

Anaïs Mitchell ile ilgili yapılan Dylan, Cohen ve Welch benzetmelerine katılmamakla birlikte (ve albümdeki kimi donuk anlara rağmen), sanatçının şarkı yazarlığında giderek daha iyiye gittiğini görmek sevindirici. Mitchell’ın müziği  şarkı sözlerine oranla hala biraz sığ, fakat Young In America, özellikle Dying Day ve You Are Forgiven gibi şarkılarda bu farkın kapanmakta olduğunu göstermekte.

98- Julia Holter – Ekstasis 

Julia Holter’ın az davullu dream-pop deneyleri bazen başarılı bazen ise değil, ama başarılı olduğu anlarda (mesela In The Same Room‘da) dinleyiciyi tatmin ediyor. Boş bırakılan frekansların çokluğu albümü zorlanmadan tüketilebilen, rahatlatıcı bir dinleti haline sokmuş .

97- METZ – METZ

Noise-rock (gürültü-rock) türündeki bu albümde gürültü faktörü maksimumda. Hatta o derece ki, albümdeki yüksek gerilim size çok çabuk yoruyor, ve daha ikinci şarkıdan sonra “ne getirirlerse getirsinler dinlerim, mücadele edecek gücüm yok” diyorsunuz. “METZ keşke şarkıların gelişimine daha çok özen gösterseydi” deseniz de, albüm türünün iyi örneklerinden biri olmuş.

96- Two Fingers – Stunt Rhythms

Amon Tobin’in yaptığı her şeye kulak vermekte fayda var. Yeni projesi Two Fingers’da Tobin, eski tarzından farklı olarak daha derli-toplu ve bağdaşık bir sound üzerinde çalışmış. Stunt Rhythms, her ne kadar Tobin’in kendi adıyla çıkarttığı albümlere gore yaratıcılık açısından sönük kalsa da, prodüktörün özellikle ritm inşa etmekteki ustalığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

95- Sea of Bees – Orangefarben

Sea of Bees 2010 yılında müzik dünyasını saran "Gitar Çalan Şair Kadın Şarkıcılar" furyasında kendine apayrı bir yer edinmeyi başarmıştı: En azından müziğinde diğerlerinin aksine bir Apple reklamı havası yoktu.  Orangefarben’de ise kendisine duyduğumuz sevgiyi sanki biraz kötüye kullanmış ve kendini bilerek geri çekmiş havası var. Şarkı isimlerinden, enstrümantasyon ve aranjmanlara kadar ekonomik tasarlanmış albümde Broke, Teeth ve Leaving öne çıkan şarkılar.

94- Paula and Karol – Whole Again

Polonyalı ikilinin bu ilk albümü neşeli ve canlı havası ile yılın başarılı folk çalışmalarından bir tanesi. The Way We Were ve Heart and A Month Ago gibi kolay akılda kalan melodik şarkıların yanı sıra Windows Talking gibi daha karanlık havada parçalar da içeren albüm, uyumlu karakterini son ana kadar koruyor.

93- Tindersticks – The Something Rain

Sanırım bu noktada Tindersticks’ten gelebilecek tek sürpriz, beklentimizin altında bir seviyede bunalım yayan bir albüm yapmaları olabilirdi. Grup The Something Rain’de de işte tam bunu yapmış: Caz esintili aranjmanlar, Tindersticks’in alışageldiğimiz kasvetini bir nebze olsun gevşetmeyi başarmış. Sonuç olarak ortaya daha candan, hatta zaman zaman günışığı yayan bir albüm çıkmış.

92- Two Gallants – The Bloom and the Blight

Eğer Ride Away ve Cradle Pyre‘deki kaçınılmazlık ve dinleyiciyi kendine kilitleyen atmosfer albümün tamamına yayılmış olsaydı, büyük bir ihtimalle yılın en iyi albümlerinden bir tanesinden bahsediyor olabilirdik. Ancak maalesef albümün geri kalanında grubun fokusu az da olsa dağılmış. Buna rağmen The Bloom and the Blight, Two Gallants’ın 2007 albümünden kat kat daha üstün.

91- The Wallflowers – Glad All Over

Bizi her albümünde bir “One Headlight” aramak zorunda bırakması Jacob Dylan’ın suçu ama bizim de bunu her bulamadığımızda onu suçlamamız kendi suçumuz. Glad All Over tüm olarak bakıldığında, her ne kadar modası geçmiş bir sound’a sahip olsa da sağlam temelli bir rock albümü. It’s a Dream ve One Set of Wings önerilebilir.

90- Regina Spektor – What We Saw from the Cheap Seats

Spektor yeni albümünde bizi resmen bir boksör kurnazlığı yaparak kandırdı. Albüm çıkmadan önce bize All The Rowboats gibi ciddi bir müzikal altyapıya sahip bir şarkı gösterdi (sağ el), ardından ise büyük çoğunluğunu çocuksu derecede hafif ve insanı kızdıran derecede naif şarkılarla dolu albümü geldi (sol yumruk). Eğer albümdeki aşırı derecedeki "tatlı" şarkıların üstesinden gelebilirseniz (Oh Marcello, Don’t Leave Me gibi) müziksel olarak daha olgun ve oturaklı şarkılara ulaşabiliyorsunuz. Hele ki, albümün Deluxe Edition’ını alırsanız Spektor’dan iki tane muhteşem Rusça şarkı da duyabilirsiniz.

89- Garbage – Not Your Kind of People 

Not Your Life’daki şarkılar belli ki konserde çalınmak için yazılmış. Grubun bu albümdeki live sound’unu iki kulağınızın arasına hapsettiğinizde müzik değerinden çok şey kaybediyor. Gene de Manson, 7 yıl aradan sonra hala formunda ve her zaman olduğu gibi itaatsiz ve boyuneğmez.

88- Gary Clark Jr. – Blak and Blu

Hendrix’in varisi olarak anılan Gary Clark Jr. ilk albümünde yapmaması gereken nerdeyse her şeyi yapmış ve en yetenekli olduğu alanları neredeyse hiç kullanmamış: Ne kendine özgü blues sound’una yeterince yer vermiş ne de gitarına. Buna rağmen albüme koyduğu az sayıdaki kumlu/pütürlü blues şarkıları albümü değerli kılmaya yetiyor (When My Train Pulls In, Bright Lights).  Umarım bir sonraki albümünde daha çok blues gitarı duyarız! 

87- Cloud Nothings – Attack on Memory

Cloud Nothings, Attack on Memory ile “müziğin başka bir köşesine atlayalım” fikriyle yola çıkıp kendini Green Day/Offspring yakasında bulmuş gibi. AoM’ye kötü demek zor, ancak albümdeki en başarılı şarkılar hemen ilk başta yer alıyor, gerisi biraz tekrar.

86- Best Coast – The Only Place

Bethany Cosenito bu albümdeki şarkılarını erkek arkadaşlar yerine hayat hakkında yazmış –bu tabii ki şarkı yazarlığının olgunlaştığını göstermesi açısından olumlu bir gelişme. Fakat albümdeki gitarlar ısrarla “Hadi eğlenelim!” diye bağırırken, Cosenito bize neden ağladığını anlatmaya çalışınca, dinleyici hangisine kulak kabartacağını şaşırıyor. Albüm Best Coast’ın müzikal olarak gideceği yoldaki bir hazırlık evresi olarak düşünülebilir.

85- John Talabot – ƒin

Talabot müzikal fikirlerinin minimalistliğine karşı albümün prodüksiyonu sıcakkanlı tutarak, yılın en kolay erişilebilir IDM albümlerinden bir tanesini yapmış. Özellikle Last Land ve H.O.R.S.E dikkate değer şarkılar.

84- Rickie Lee Jones – The Devil You Know 

Yılın önemli cover albümlerinden bir tanesi olan The Devil You Know’da Rickie Lee Jones’un şarkı seçimleri son derece eklektik ve özenli. Sympathy for The Devil ve Comfort You yorumları bir çok dinleyiciye fazla idiosentrik gelebilir, ancak bana kalırsa Jones, hafif şakacı vokalleri ile bu sınavdan alının akıyla çıkmayı başarmış.

83- Mmpsuf – Retina

Mmpsuf’un adeta dikenli tellerle örülü albümünü defalarca dinlememe rağmen hala tam olarak çözebilmiş değilim. Her bir mikrosaniyesi hüzünle örülmüş olan bu aksak ritmlerle bezeli atmosferik albüm asıl yapması gerektiğini yapmış görünüyor: Kendini defalarca dinletmek.

82- Beachwood Sparks – The Tarnished Gold

Müziğin giderek daha çok sayıda ama daha dar kompartmanlara sokulduğu bir dönemde, gerçek ve katıksız bir country-rock/Americana albümüne rastlamak beni sevindirdi. Beachwood Sparks’ın soundu rahatlatıcı, ve melodileri –her ne kadar geleneksel olsalar da en azından, tanıdık. Albümü dinlerken sık sık Bread’i andığımı söyleyebilirim.

81- How to Dress Well – Total Loss

Tom Krell’in sakin ancak dinginlikten uzak albümü, ortasına doğru duygusal yorgunluktan müzdarip ama sonuna doğru tekrar toparlıyor. Krell’in umutsuz haykırışları herkese göre değilse de, Total Loss dinlerken düşüncelere kapılıp gitmek için birebir.

80- Monster Rally – Coasting / Strange Creeper

2012 yılında kreativite patlaması yaşayan gruplardan bir tanesi Monster Rally oldu (1 albüm, 1 EP, 1 single).Grubun Coasting EP’si sadece basit bir davul döngüsünden başlayıp, giderek katmanlaşan bir elektronik şaheseri olan Chicks için bile dinlemeye değer.

79- James Blackshaw – Love is the Plan, the Plan is Death

Blackshaw’un ara vermeden her sene albüm çıkartması başlı başına kutlanması gereken bir şey. Narin, kırılgan melodilerini alışılmadık arpejlerin içine ustalıkla yerleştiren gitaristin, her zamanki 12 telli gitarı yerine 6 telli gitar kullandığı albümünde Bach (We Who Stole the Dream) kadar Satie (The Snows are Melted, The Snows are Gone)etkileri de mevcut. Bunun üzerine bir de Genavieve Beaulieu’nün vokali ile renklenen bir piyano balladı da eklenince ortaya -her ne kadar kısa olsa da, yılın en özgün çalışmalarından biri çıkmış.

78- Japandroids – Celebration Rock 

Eleştirmenlerce yere göğe sığdırılamayan Celebration Rock, azimli, enerjik hatta cesur bir noise/garage rock albümü olmasına karşılık zaman zaman kibir ve mağrurluğuyla canınızı sıkabilir ama For the Love of Ivy gibi hem müzik hem aranjman açısından yaratıcı şarkılar sıkıntınızı hafifletecektir.

77- Tori Amos – Gold Dust 

Amos’un kendi kataloğundan seçtiği şarkıları orkestral aranjmanlarla yeniden düzenlediği Gold Dust albümü, sanatçının iç dünyasına pek yeni bakış açıları katmasa da (zira Tori Amos düzenlemelerini her zaman bir orkestra mentalitesiyle düşünür) şarkı seçimlerindeki başarısı için bile olsa takdire değer.

76- Dirty Projectors – Swing Lo Magellan

Deneysel olmanın bir gereği olsa gerek, Dirty Projectors’ın kimi zaman insana fazla gelen eksantrikliğini aşmak bayağı bir çaba istiyor. Swing Lo Magellan’dan gereği gibi zevk almak için sanırım grubun zaman zaman abartıya kaçan (hatta yapmacık olduğundan bile şüphelenebileceğiniz) müzikal yatkınlıklarının bir kısmını göz ardı etmek gerekiyor. Bunu başarıp albümü yüzeysel bir şekilde dinlediğinizde memnun kalıyorsunuz. Gun Has No Trigger ve The Socialites öne çıkan parçalar.

75- Metric – Synthetica

İşin doğrusu Metric bana her zaman Garbage ortalıkta olmadığı zaman alternatif olarak dinlenebilecek bir grup olarak gelmiştir. Ama bu sene her iki grup da albüm çıkarttı ve Synthetica kesinlikle bunlardan daha iyi olanı. Metric en çok kendilerine özgü indie-rock soundunu new wave ile birleştirebildikleri şarkılarda iyi –ve neyse ki Synthetica’da bu sihirli karışımdan bol bol var (Speed The Collapse ve Breathing Space).

74- Monster Rally – Beyond The Sea

Geniş sonik yelpazelerinde her şarki için farklı bir bölge ayıran Monster Rally’nin 40 dakikaya sığdırdığı 18 şarkı barındırıkları sample havuzunun genişliği ile ilgi çekici. Ama asıl ben, müziğin altında yatan nostaljik havayı sevdim.

73- The Evens – The Odds

Farina ve McKaye’nin “çocukları oldu, artık yumuşarlar” diyenleri yanıltacak derecede, hatta zaman zaman Fugazi’ye yaklaşan sertlikteki yeni albümleri ikilinin müziklerinde indie’ye ağırlık verip punk soundlarını kıstıkları bir yapım. Farina’nın vokallerde daha çok yer alması da bir artı.

72- Sharon Van Etten – Tramp

Tramp’e piyasaya çıkar çıkmaz -daha henüz şubat ayında olmamıza rağmen, “Yılın En İyi Albümlerinden Biri” yaftası yapıştıran eleştirmenler ne düşünüyordu bilmiyorum. Tramp iyi bir albüm elbette -en azından  2010’da çıkan Epic’ten çok daha değişken ve dinamik. Bende çok sık dinleme isteği uyandırmasa da her dinlediğimde “Neden daha çok dinlemiyorum?” demekten de kendimi alamadığım bu indie çalışmada bana en çekici gelen şarkılar In Line ve özellikle Magic Chords gibi rahat ve gevşek bir eksende olanlar. 

71- Andrew Bird – Break It Yourself 

2012’de iki albüm çıkartan isimlerden bir tanesi de Andrew Bird oldu (Ekim’de çıkan Hands of Glory’yi henüz dinleme şansım olmadı). Amerikalı indie-folkçu Bird, biraz yabancıların “acquired taste” dediği türden bir müzisyen; karmaşık harmonik yapısının içine girmek biraz zaman ve uğraş istiyor. Break It Yourself’teki Behind The Barn ve Sifters kapıyı aralamanıza yardımcı olabilir.

70- Diiv – Oshin

Oshin bence kısaca şöyle ortaya çıktı: “Bu gitar soundu sence nasıl Zachary [Cole Smith], iyi mi?” “Evet, evet, çok güzel. Bunun aynısından 13 tane yaparsak albüm tamamdır.” Ama sound gerçekten güzelmiş.

69- Tame Impala – Lonerism

Psychedelia türünün en başarılı gruplarından olan Tame Impala’dan bir Innerspeaker daha beklemek herhalde haksızlık olurdu. Grup da bunun farkında olacak ki, bu sefer daha çok sayıda müzik türünü birleştiren (psychedelia, space rock, synth-pop ve aradaki her şey) bir albüm yapmışlar. Ortaya çıkan ürün bütün darmadağanıklığına rağmen –biraz seçici olursanız, seviliyor. Endors Toi, Music to Walk Home By ve Feels Like We Only Go Backwards benim sevdiklerim oldu, ama Elephant‘ın çok beğenilmesini de anlayabiliyorum.

68- The Twilight Sad – No One Can Ever Know

Yarattıkları ambiyansı The Twilight Sad kadar inandırıcı kılabilen çok az grup var. Ve belki salt bu sebeple No One Can Ever Know eski albümlere kıyasla daha da çok takdiri hakediyor, zira grup bu albümde akustik ortamlarını bir hayli değiştirmiş –ve buna rağmen duyduğumuz distopik atmosfer hala şüphe götürmez bir şekilde The Twilight Sad. NOCEK’daki şarkılar esikiye oranla daha akıcı ve daha az içe dönük. Bence bu değişim çok yerinde: Grubun duygusal içeriği açılmış ve şarkılar arasındaki kontrast daha belirgin hale gelmiş. 

67- Damien Jurado – Maraqopa

Beni bu sene en çok zorlayan albümlerden bir tanesi Damien Jurado’nun indie-folk albümü Maraqopa oldu; öyle ki albümü ilk dinleyişimi ancak bir kaç oturuşta tamamlayabildim. Maraqopa, nedense beni sürekli itmeye çalıştı ve allbümü hala tam olarak benimsediğimi söyleyemiyorum (biraz fazla kendine dönük havası var), ancak şunu biliyorum ki albümde sevmediğim tek bir şarkı bile yok (ama Life Away From The Garden ve This Time Next Year özellikle en sevdiklerim) ve üzerinde çalışmaya devam etmek istiyorum.

66- Mumford & Sons – Babel

Babel’in Mumford &Sons için ne kadar büyük bir "anticlimax" olduğu konusunda nerdeyse bütün eleştirmenler hemfikir (grubun hayranları ise tabii ki tam ters görüşte). Ben sanırım ortada bir yerdeyim: Bütün olumsuzlukları ve kendini sürekli tekrar etmesine rağmen, Babel’in –özellike grubun bir kaç dakikalığına da olsa banjodan vazgeçtikleri dakikalarda (örneğin Ghosts That We Know) iyi bir albüm olduğunu düşünüyorum.Temennim grubun bir sonraki albümlerinde kendilerini ve müziklerini biraz daha hafife almaları.

65- River City Extension – Don’t Let the Sun Go Down on Your Anger

DLTSGDOYA nerede, nasıl karşılaştığınızı tam olarak bilmediğiniz, ama sevginizi hemen kazanan albümlerden bir tanesi. Americana/folk türündeki albümde özellikle öne çıkan bir nitelik olduğunu söyleyemem, ancak grubun samimi ve rastgele havası genelde karanlık albümlerle kaplı yılda adeta ilaç gibi geldi. DLTSGDOYA o kadar içten bir sounda sahip ki, kapanış şarkısı Lord Have I Changed‘in duşta kaydedilmiş olabileceğinden şüpheleniyorum.

64- Maccabees – Given to the Wild

Yılın görmezden gelinmesi imkansız gruplarının başında Maccabees geliyordu. Bir hayli eklektik bir albüm olan Given to The Wild, "Lauren Canyon" duyarlılığı kadar The Shins etkisi de taşıyor. Albüm bu iki uçta tereddüt ve canlılık arasında gidip gelirken, az da olsa derinlik sorunu yaşıyor. Feel to Follow ve Slowly One albümdeki iki uç için örnek gösterilebilir.

63- Sera Cahoone – Deer Creek Canyon

Sevdiğimiz türlerin idolleri ortalıkta olmayınca, bazen aynı türün ikincil isimlerine bakmaktan başka çare kalmıyor. Bu seneki back-country folk sound’u boşluğunu benim için Sera Cahoone doldurdu. Ciddi, vakur ve dürüst şarkılarla dolu olan Deer Creek Canyon belki bir şaheser değil, ancak türün temel unsurlarını başarı ile sergiliyor.

62- Lower Dens – Nootropics

Indie-rock’tan sessizce shoegaze’e geçiş yapan Lower Dans, geniş ve açık hava soundlarından vazgeçerek kendilerini penceresiz bir bodrum katına kapatmış ve elinde bu albümle çıkagelmiş gibi. Nootropics sırlarını ve hazinelerini kolay kolay gösteren bir albüm değil. Brains sanırım grubun yeni tarzını en iyi şekilde yansıtan parça olsa gerek. Ve bu şarkıdan da anlaşılabileceği gibi bu yeni tarz, açılım, enstrümantasyon ve hikaye-anlatıcılıkta en çok yüksek verimliliğe önem vermiş.

61- Dinosaur Jr. – I Bet On Sky

I Bet on the Sky, Dinosaur Jr.’ın saldırgan gitarları ve bu saldırıya yumuşak vokalleri ile karşı koyan Joseph Mascis’in yarattığı özel birlikteliği özleyenler için 10 tane eşit derecede sağlam alternative-rock şarkısı içeriyor. Şarkılar yollarına her zamanki gibi temel noktalarından fazla sapmadan devam ediyorlar. Kapanış şarkısı See It On Your Side grubun son zamanlarda yaptığı en başarılı çalışmalardan.

60- Brandi Carlile – Bear Creek 

Carlile’ın albüm inşa ederken sadece üstün vokal kabiliyetine güvenmekten vazgeçtiğini görmek güzel. Şarkıcı/ozan, Bear Creek’te şarkılarıyla her zamankinden çok daha içli-dışlı. Carlile hayranlarını fazlasıyla memnun edecek bir albüm olan Bear Creek, roots-folk sevenlerden de ilgi görmesi gereken bir çalışma olmuş. 100 ve A Promise to Keep albümdeki en dikkat çeken şarkılar.

59- Dry the River – Shallow Bed 

Indie-folk 2000’leri tanımlayan müzik olmaya devam ederken, Dry The River gibi türün anakımının dışındaki grupların katkılarıyla da kendini yeniliyor. Shallow Bed, indie-folk’un içine inceden inceye kattığı psychedelia unsurları ile türün bu yılki en iyi örneklerinden: özelikle 12 dakikalık Lion’s Den indie-folkun hala yeniliğe ne kadar açık olduğunu kanıtlar nitelikte.

58- Corb Lund – Cabin Fever 

Benim için yılın en eğlenceli albümlerinden bir tanesi Cabin Fever. Corb Lund bütün kaba ve nahoş soundlarına karşı kendisini hiç ciddiye almayan bir topluluk ve bu onları oldukça cazibeli kılıyor.Örneğin Bible On The Dash‘te grup hem kendi az tanınmışlıklarıyla hem de aşırı dinci Amerika ile dalga geçiyorlar. Dig Gravedigger ise son yıllarda yazılmış en sağlam country şarkılarından bir tanesi. 

57- Leonard Cohen – Old Ideas 

Sanırım “Leonard Cohen konuşsun (hatta şarkı söylemesin) biz de dinleyelim” dersem yeterli olur. Old Ideas’da Cohen bol bol konuşuyor, hatta dertleşiyor.

56- Laura Gibson – La Grande 

La Grande ilk iki şarkısıyla bizi muhteşem melodiler ve aranjmanların altına gömüyor. Fakat silkinip kendimize geldiğimizde, albümün başlarındaki o üst düzey şarkıların yerini daha sıradan ve adeta özensizce yazılmış müziğin aldığını farkediyoruz. Neyse ki, albüm ikinci yarıda tekrar toparlıyor ve Gibson’ın hafif çatlayan sesinin eşliğinde yılın başarılı jazz esintili folk albümlerinden bir tanesini deneyimlediğimizi farkedip seviniyoruz.

55- Patti Smith – Banga 

Banga, bir Patti Smith albümünden beklediğimiz her şeyi sunuyor: şatafatsız ezgiler, Smith’in sade ve katı sesi, alışılmadık enstrümantasyon denemeleri, bir tane 10 dakikayı aşan şarkı ve hatta bir tane de Neil Young cover’ı. Daha fazlasını istemek haksızlık olurdu.

54- Flying Lotus – Until the Quiet Comes

Bir albümü değerlendirirken onu içindeki şarkılardan bağımsız düşünmek bana ters. Tabii ki, toplamın değeri içeriklerin ayrı ayrı toplamlarından daha az ya da çok olabilir, ama bence bunun değerlendirme üzerindeki etkisi mümkün olduğunca az olmalı. Aksi halde albüme ve sanatçıya olan sübjektif bakış açımızı olması gereğinden fazla dahil edebileceğimize inanıyorum.  Flying Lotus’un Until The Quiet Comes’ında doğru dürüst bir şarkı akışından bahsedemeyeceğimiz için değerlendirmek bir hayli zor benim için. Ancak bir deneyim olarak albümün elektronik ses ve katmanlardaki yaratıcılığını ve overdub’lardaki abartısız doluluğunu çok sevdiğimi söyleyebilirim. Aynı bir David Lynch filmi gibi: Ne olup bittiğini anlamamıza gerek yok, deneyimden memun kalmak yeterli.

53- Beth Jeans Houghton & Hooves of Destiny – Yours Truly Cellophane Nose

Houghton’un gürleyen sesi albümü her ne kadar anti-folk kategorisine sokmaya çalışsa da, Hooves of Destiny albüm boyunca geleneksel folkun çekiciliğine yenik düşerek şarkıcıya sade ve uyumlu bir harmoni ile eşlik ediyor. Bu tatlı çekişmenin sonunda kazanan dinleyici oluyor. YTCN’un öne çıkan iki şarkısından Dodachedron ölçülü ve ihtiyatlı gelenekselliği, onu takip eden Atlas ise serbest kontrolsüzlüğüyle albümün iki farklı yüzünü temsil ediyor. 

52- Cat Power – Sun

Sun, Cat Power’ın 2006’daki The Greatest albümünden bu yana ne kadar çok yol katettiğini gösteren, farklı tarzlara bulanmış, adeta bir Cat Power albümü olamayacak kadar geniş ufuklu bir albüm. Daha önceki albümlerdeki düz gitar tınıları yerini Philippe Zdar’ın üstün pop/elektronik prodüksiyonuna bırakmış. Real Life ve 11 dakikalık gözüpek Nothing But Time Cat Power’ın bu yenilikçi soundunun en iyi örnekleri.

51- Eleni Mandell – I Can See the Future

Albümün yazıldığı ve kayıt edildiği zaman zor bir dönemi yeni atlatmış olmasının bir sonucu olsa gerek, Eleni Mendell son albümünde biraz da olsa konformizmin çekiciliğine kapılmış görünüyor.  Albüm sanatçının karanlık ve sisli sound ve stilinden uzak bir havada da olsa, Magic Summertime gibi şarkıların varlığı, Mandell’in şarkı yazma kabiliyetinin yerli yerinde olduğunu konusunda şüpheye yer bırakmıyor.

50- Beth Orton – Sugaring Season

Tabii ki altı sene aradan sonra Berth Orton’dan biraz daha fazlasını beklemek hakkımızdı. Ama şu anda elimizdeki ile yetinmekten başka çaremiz yok. En azından bir sonraki albüm gelene kadar Magpie, Candles ve Last Leaves of Autumn gibi “Beth Orton’ın ta kendisi!” dedirtecek şarkılar var.

49- Menomena – Moms

Menomena tüm parasını tek bir yere yatırmak yerine, riskini albümün tümüne dağıtmış. Böylelikle önceki albümlerdeki o tek boyutluluk yerini kök salmayı reddeden, daha deneysel bir müziğe bırakmış. Kimi zaman bu deneyler fazla agresif olsa da, Heavy Is As Heavy Does gibi parçalarda karşılığını fazlasıyla buluyor.

48- The Lumineers – The Lumineers

The Lumineers’de sanki kendilerini benzer gruplardan ayırmak için gerçekten yapmak istedikleri müziğin etrafında dolaşıyorlarmış gibi çekingen bir hava var. Oysa daha özgür davrandıkları şarkılarda daha başarılı olduklarını Ho Hey ispat etti. Müzik piyasasına sağlam bir şekilde girdiklerine göre bir sonraki albümde ellerini daha açık oynayacaklarını tahmin ediyorum. Dead Sea ve Flapper Girl albümdeki diğer öne çıkan parçalar.

47- Father John Misty – Fear Fun 

Fleet Foxes ile olan kısa dönemli flörtü sona eren Joshua Tillman, Fear Fun ile solo müzik kariyerine sağlam bir dönüş yaptı. Father John Misty adıyla çıkarttığı albümünde klasik folk-rock ile oynayan Tillman, arada eski moda rock’n’roll’a da batıp çıkıyor. Hollywood Forever Cemetery dramatik chorus’uyla albümdeki en çok dikkat çeken çalışma, ama bunun yanı sıra Well You Can Do It Without Me ya da I’m Writing a Novel gibi sanatçının daha hafif ve eğlenceli yönünü sergilediği şarkılara da dikkat etmekte fayda var.

46- Marissa Nadler – Sister 

Hope Sandoval hayranlarının yakından takip etmesi gereken bir isim olan Marissa Nadler’ın müziğe yaklaşımı Sandoval’ınkine bir hayli benziyor: Büyüleyici ve boğazdan gelen vokaller, bu dünyaya ait olmayan şarkı sözleri, bir rüya havasındaki atmosfer ve maalesef canlı performans vermelerini neredeyse tamamen imkansız hale getiren kronik sahne korkusu. Sandoval bir süredir kendini müzik dünyasından uzak tutarken (2012 için çıkan yeni Mazzy Star albümü söylentileri şimdilik gerçekleşmedi) Sandler birbiri ardına başarılı albümler yayınlamaya devam ediyor. Sister, geçen sene çıkan ve sanatçının adını taşıyan albümün devamı olarak tanımlansa da, Nadler burada diğer albümün tersinde, müziğinin en temeline inerek bizi sık sık sadece o muhteşem sesi ve gitarıyla başbaşa bırakıyor.

45- Punch Brothers – Who’s Feeling Young Now?

Punch Brothers’ın ritmik hassasiyeti ile harmanladığı bu son derece enerjik ve canlı albüm, benzer çizgide yürüyen diğer müzisyenlere banjo ve mandolini nasıl hakkı ile kullanmaları gerektiğini gösteren bir ders niteliğinde. Patchwork Girlfriend ve Hundred Dollars için şimdiden birer progressive-bluegrass klasiği demek isterdim, ama Punch Brothers zaten bu türün tek örneği.

44- Mount Eerie – Ocean Roar

Phil Evrum ve grubunun 2012’de çıkarttıkları ikinci albüm olan Ocean Roar, Mayıs ayında çıkan Clear Moon’a karşıt bakış açısı sunan bir çalışma. Albümün açılışındaki 10 dakikalık Pale Lights kuvvetli distortion, delici ve keskin akorlar ve davuldan gelen tiz zil sesleri ile nihai bir drone eseri. Albümün sound’u ilerleyen dakikalarda biraz durulsa da, Mount Eerie müziğinin tasmasını kısa tutuyor ve dinleyiciye nefes alma şansı vermeden kendini sevdirmeyi başarıyor.

43- Chris Cohen – Overgrown Path

Kariyeri boyunca oldukça geniş bir bir grup ve müzisyen yelpazesi (Haunted Garfitti, Deerhoof) ile çalışmış olan Chris Cohen’in ilk solo albümü doğal olarak farklı türlerden ve isimlerden (hayır, Janacek bunlara dahil değil) beslenmiş bir albüm. Cohen, genelde neşeli (ve dumanlı) bir havada ilerleyen Overgrown Path’de şarkılarını 70’leri andıran reverb etrafında son derece titiz ve itinalı bir şekilde inşa etmiş. Tabii ki Caller 99, ama onunla beraber Optimist High da yılın en iyi şarkıları arasında.

42- Swans – The Seer 

Michael Gira’nın hissettiği ızdırabı iki saat boyunca dinleyicinin yüzüne haykırdığı, karanlık ve çaresiz The Seer yılın en yıkıcı albümü olmaya aday. Swans’ın bu başyapıtından haz almak için mazoşist olmak gerek, ama The Seer’ı her dinlediğinizde, bir arkadaşınızın en karanlık yönlerini sizinle paylaşmasından alacağınız yakınlık ve tatmin duygusuna yakın bir hisle doluyorsunuz.

41- Sean Hayes – Before We Turn To Dust 

Sean Hayes müzik piyasasındaki en leziz erkek sesine sahip sanatçı ve Before We Turn to Dust’ta bu gerçeği her yönüyle ispatlıyor. Hayes’in kendine özgü indie-soul şarkıları ruhunuzu rahatlatan bir dinginliğe sahip. Miss Her When I’m Gone ve To Be Born kış soğuğuna deva olarak özellikle tavsiye edilir.

40- Choir Of  Young Believers – Rhine Gold

Jannis Noya Makrigiannis’i Broen dizisinin soundtrackinde yer alan Hollow Talk ile tanıyor olabilirsiniz. Danimarka’nın son yıllardaki en çok dikkat çeken grubu olan CoYB’ın Rhine Gold’u karanlık lirik temalar ve son derece serbest enstrümansyonlarla yaratılmış bir “düşünen adam” albümü. Az da olsa Ari Picker’ı ve 80’lerin Depeche Mode’unu hatırlatan vokalleri ile de dikkat çeken albümde Sedated ve The Wind is Blowing the Needles albümün kilidini açan anahtar şarkılar.

39- First Aid Kit – The Lion’s Roar 

First Aid Kit, Indigo Girls’den bu yana duyduğum, harmonik olarak birbirleri ile en uyumlu olan kadın ikili. Albümdeki şarkılar hem alt yapıları hem de sağlam melodileri ile yeterince dikkat çekiyor, ama The Lion’s Roar’ı asıl özel kılan Johanna ve Klara Söderberg’in jilet gibi keskin ve pitch-perfect çift ses harmonileri.

38- Woods – Bend Beyond 

Woods’la bu albüme dek süren problemim, grubun organizelikten uzak şarkı yazma teknikleri ile alakalıydı. Grubun soundu her zaman çok iyi olmasına rağmen kronik bir senkronizasyon sorunları olduğunu düşünüyordum.  Bend Beyond’da bu sorunu tamamen aşmışlar. Albüme Kaliforniya güneşi olarak tanımlayabileceğim o hafif ve endişesiz hava hakim (Back to the Stone) ancak psikedelik unsurlar da araya her zamankinden çok sızmış (Bend Beyond ve Cascade). İyi de olmuş.

37- Mark Eitzel – Don’t Be a Stranger 

Eitzel’in bu albümün kaydı için elektronik ekipmanlarını yanına almamış olmaması yerinde bir karar olmuş. Don’t Be a Stranger, sanatçının şu ana dek yaptığı belki de en organik çalışma. Mark Etizel’in alaycı ve cynical şarkıları (Oh Mercy, Why Are You With Me?) her zaman olduğu gibi ağır baslı şarkılarından (All My Love) daha çok yakışıyor kendisine.

36- Jason Lytle – Dept. of Disappearance

Çoğu zaman Jason Lytle’ın şarkılarında neden bahsettiğini anlamıyoruz.Büyük bir ihtimalle sadece kendisinin bildiği ve sadece onu ilgilendiren (The Last Problem of the Alps) bir şeylerden bahsediyor –ama onun o güven verici sesini -hele ki hünerli zekasıyla yazdığı şarkılara eşlik ediyorsa- duyduğumuz sürece sorun yok. Basındaki Jason Lytle’ın sürekli kendini tekrar ettiği yönündeki yorumlara hak veriyorum, ama iyi bir şeyin kendini tekrar etmesinde bir sakınca da görmüyorum doğrusu.

35- Bob Dylan – Tempest 

2009’un Together Through Life’ı kadar sıkı işlenmiş bir albüm olmasa da, Tempest Dylan’a asli kabiliyetlerini (yani hikaye anlatma ve türen türe atlama) bol bol sergilediği bir alan yaratmış. 13 dakikayı aşan ve albüme adını veren Tempest ozan/şarkıcının son 10 senede yazdığı en iyi parça olabilir.

34- Aimee Mann – Charmer 

Aimee Mann’de en çok hoşuma giden özellikleden bir tanesi her zaman şarkılarına hiç intro kullanmadan hemen bir anda girmesi olmuştur (şarkıya girmesi saatler alan A Fine Frenzy gibi müzisyenlerin aksine). Charmer da bu geleneği devam ettiren ve 11 tane Mann’e özgü country/alt rock şarkısını toplayan bir albüm. Crazytown, Soon Enough ve Red Flag River öne çıkanlar.

33- Lost Lander – DRRT

Sağlam bir Menomena temeli üzerine kurulmuş olan Lost Lander grubunun ilk albümü yılın en iyi çıkış albümlerinden bir tanesi. Kendine güvenli, ve rahat havalı bir çalışma olan DRRT’deki prodüksiyon da çok üst seviyede. Bol katmanlı folk-pop ezgisi Afraid of Summer ve Dead Moon grubun detaylara ne kadar önem verdiğinin örnekleri.

32- Monolake – Ghosts 

Tahta bir yüzeyin üzerine bırakılan metalik objelerin sesini dinlemek kime ne kadar çekici gelebilir ki? Ben de ilk başta öyle düşünüyordum ama Monolake’nin minimalizmin en dibine indiği Ghost’u dinlemeye başlayınca sonuna kadar gitmeden duramıyorsunuz. Grup bu albümünde d’n’b açısından tamamen vazgeçmiş ve dubstep etkilerini de minimum indirmiş. Ghost’ta duyduğunuz kimi sesleri başka hiç bir yerde duyamayacaksınız zira Monolake insan kulağının algılayamadığı frekanstaki sesleri kayıt edip, bunları duyulabilecek şekile getirmiş.

31- Liars – WIXIW 

Prodüktör Daniel Miller, WIXIW’de Liars’ı karanlık bir sounda sahip elektronik ağırlıklı bir topluluk haline getirmiş, ve bu sayede benim de ilk defa bir Liars albümünü beğenmeme sebep olmuş. Gelecek vadeden müzisyen ve gruplardan ümidinizi kesmemeniz gerektirdiğini ispatlayan WIXIW’deki Ill Valley Promises ve Brats‘a özellikle dikkat.

30- Cold Specks – I Predict a Graceful Expulsion 

Cold Specks’in yaptığı müzik hiç bir kategoriye girmediği için kendilerine yeni bir tür adı uyduruldu: Doom soul! Al Spx’in kuvvetli ve muhteşem tınılı sesi ile parlayan IPaGE’de soul yaygın olarak, gospel ise sadece tutam tutam var. Maps albümdeki en iyi şarkı, ama Spx ne söylese dinlenir.

29- Django Django – Django Django 

Hayır, Mercury Ödülünde Django Django’nun hakkı yenmedi. Alt-J’in albümü her açıdan daha iyi, ama Django X2, daha ilk albümü ile kendi kulvarlarındaki herkesle başabaş mücadele edebilecek yetkinlikte bir grup olduğunu kanıtladı. Albümdeki çarpıtılmış surf-rock parçalar “etkili şarkı nasıl yazılır?” sorusuna cevap olarak sunulabilir, özellikle de Firewater ve Wor.

28- Chromatics – Kill For Love

Kill For Love’un ne kadar kuvvetli bir çalışma olduğu, şarkılarının hem orijinal albümde hem de sonradan çıkarttıkları akustik versiyonda aynı derecede sağlam durmalarından belli oluyor. Tek sıkıntı, araya sızan ve albümü ileriye götürmekten başka bir işe yaramayan Broken Window ve A Matter of Time. Ancak onun dışında bu albümde sevilmeyecek bir şey bulmak zor.

27- Deerhoof – Breakup Song 

Bütün dünya 80’lerin soundundan nefret ediyorsa neden bu sene hep alttan alttan o “talihsiz” döneme referans veren bu kadar çok (ve doğrusu, iyi) albüm var? Deerhoof’un Breakup Song’u özellikle ses efektleri, 80’leri referans alan davulları, Satomi’nin kaygısız vokalleri ve kimi zaman kitsch’liğe varan detoneliği ile yılın en eğlenceli albümlerinden biri.

26- Punch Brothers – Ahoy! 

Ahoy! full bir albüm değil, ama fark etmez. Punch Brothers zaten her albümde kendilerini aşmayı alışkanlık haline getirmişti, ancak bu sefer bunu aynı sene içinde gerçekleştirmeyi başardılar: Ahoy! yılın belki de en iyi cover albümü. Topluluk ele aldığı şarkıları o kadar ustalık ve kendine özgü stil ile bezemiş ki, ben müzisyen olsam bundan sonra Punch Brothers’a şarkımı vermeden once iki defa düşünürdüm. Grup, Josh Ritter’ın zaten bir klasik olan Another New World‘ünü bambaşka bir hale soktuğu gibi Gillian Welch’in Down Along the Dixie Line‘ına gerçek Dixie havası getirmiş. Ahoy!’daki en iyi şarkı ise saldırgan mandolinler!, nefes efektleri ve kaotik güzelliği ile Icarus Smicarus

25- Spiritualized – Sweet Heart Sweet Light 

Ladies and Gentlemen, We Are Floating In Space gibi bir şaheser ortaya koyduktan sonra yapacağınız her çalışmanın onunla kıyaslanmasına da engel olamıyorsunuz tabii. Jason Pierce 15 senedir bu baskı altındaydı. Şimdi SWSL ile sonunda bu durumdan kurtulmuş gibi. Little Girl ya da I Am What I Am grubun şimdiye kada yazdığı en iyi şarkılardan. Spiritualized standartlarına göre oldukça iyimser bir albüm olan SWSL aynı zamanda bence yılın en iyi albüm kapağına da sahip.

24- Calexico – Algiers 

Kimsenin umrunda olmasa da Calexico yıllardır birbirinden sağlam albümler yayınlamaya devam ediyor. Algiers, Burns ve Convertino ortaklığının en başarılı meyvelerinden bir tanesi. Grup bu albümde SoCal soundlarını daha da mükemmeleştirmiş ve karşımıza Para, Algiers ve Better and Better gibi "instant classic" niteliğindeki şarkılarla çıkmış.

23- Andy Stott – Luxury Problems 

Yılın bir başka karanlık, soğuk ve davetkar olmaktan uzak albümü olan Luxury Problems’da Andy Stott adeta her şarkıya bir tür insan-kovar spreyi sıkmış. Ama buzlu bir camın ardından, içeride devam eden büyüleyici bir ayini izler gibi dinlediğiniz albümden alabildikleriniz bile yeterli geliyor. Albüme adını veren Luxury Problems bütün albümün bir minyatürü.

22- Bill Fay – Life is People

Bill Fay 30 sene sonra geri döndü. Bill Fay bu süre içinde hayat ile ilgili çok şey öğrenmiş ve bunları usta melodiler, klasik 70ler soundu ve vakur bir şekilde yaşlanan sesi ile bize anlatıyor. Life is People’daki Tanrı ve İsa referansları olmadan da mutlu olurdum herhalde, ama bu, albümü sevememek için bir sebep olmadı. Never Ending Happening; The Coast No Man Can Tell ile beraber albümde en beğendiğim şarkılar.

21- Amanda Palmer &The Grand Theft Orchestra – Theatre Is Evil 

Bazılarımız The Dresden  Dolls’un öldüğüne inanmıyor, bazılarımız da 80’lerin. Bu sene bu iki grubun ortak buluşma noktası ise Theatre Is Evil. Amanda Palmer ve Grand Theft Orchestra’da bütün alt kategorileri ile birlikte bolca punk, pop, rock ve Bowie, K. Bush ve CBGB var.

20- Mount Eerie – Clear Moon

Ocean Roar’un kibar ve uslu kardeşi Clear Moon, ilk bakışta sessiz sakin kendi köşesinde oturuyor gibi gelebilir ama bu sakinlik kimseyi yanıltmasın: Clear Moon’da da en az Ocean Roar’daki kadar katman katman sesler, efektler (ve bunun üzerine bir de can alıcı vokaller) var. Her şarkısının kendi atmosferini yarattığı albümde I Walked Home Beholding ve isimsiz enstrümental çalışmaya hayran kaldım.

19- Crystal Castles – (III)

Ethan Khan ve Alice Glass dünyanın gidişatından memnun değiller ve bunu bilmenizi istiyorlar. “Buyrun, isterseniz dans edin, ama size rahat bırakmayacağımızı da bilin” der gibiler. III’nin dinleyiciyi sıkıca kavrayan ve bırakmayan kıskaçları albüm boyunca hiç açılmıyor; ne kadar yorulduğunuzu ve nefessiz kaldığınızı ancak sonuna geldiğinizde farkediyorsunuz. Deneysel elektronik müziğin en iyi örneklerinden biri olan III ile ilgili tek sıkıntım, biraz abartılı sayıda kullandıkları gate efekti olabilir.

18- Dr. John – Locked Down 

Uzun bir süredir şanına yakışan bir albüm yapmamış olan Dr. John, Locked Down ile geri geldi sonunda. Blues ve Rock’ın eşit ölçüde ve eşit başarıda temsil edildiği bu albüm, sanatçının hem formuna hem de, Dan Auerbach’ın katkılarıyla, dikkate değer müzik yapmaya geri döndüğünü müjdeliyor. Amy Winehouse’un blues-soul tarzını özleyenler, işe bu işin erbabından Revolution ile başlayabilirler.

17- The xx – Coexist

İtidal, tevazu, sükunet, azlık ve eli kulağında kıyamet. Bu sözler normalde bir dini ya da mezhebi anlatmak için kullanılır belki, ama The xx’in 2012 albümü Coexist’i anlatmak için de birebirler. Albümde bazı zayıf anlar yok değil, ama hiçbiri yarım şarkıdan uzun değil.

16- Neil Young & Crazy Horse – Psychedelic Pill

Üç tane upzun jam, ve gitarı ve Crazy Horse’u ile birlikte tamamen özgür bırakılmış bir Neil Young. Sanırım daha fazlasını söylemeye gerek yoktur.

15- Alabama Shakes – Boys & Girls 

Neyse ki yıl içerisindeki hızlı yükselişleri, Alabama Shakes’in müziğe olan tavırlarında bir değişikliğe neden olmamış; Boys & Girls’ün tamamı, lansmandan once duyduğumuz teaser’ların otantikliğinde. Janis Joplin yakıştırmalarını sonuna kadar hakkeden Britanny Howard’daki, yaş ve tecrübesinin kat kat üzerindeki, kabiliyetin ve enerjinin hayranı olmamak elde değil. Alabama Shakes’in karmaşık melodik ve harmonik yapıdaki şarkıları umarım bir sonraki albümlerinde de devam eder. Eğer etmeyecekse, kendilerinden bir cover albümü dinlemek isterim. 

14- Grizzly Bear – Shields 

Shields sonik olarak gayet dar bir koridorda hareket etse de, grubun Veckatimest etkisinden uzak kalmış olması sevindirici, zira bu bize henüz belirli bir kalıba yerleşmeye hazır olmadıklarını ve hala keşif yaptıklarını gösteriyor. Bana göre Shields’daki kısmen hızlı tempolu parçalar (Speak In Rounds, Yet Again) bu albümdeki soundlarına daha çok yakışmış.

13- Edward Sharpe &The Magnetic Zeros – Here 

Edward Sharpe &The Magnetic Zeros’u başka hiçbir şey için değilse bile müzik yapmaktan aldıkları keyif için takdir etmek gerekir. Kollektif ekibin ikinci albümü olan Here, ilk albümdeki organik unsurları kuvvetlendirip genişletirken,  zaman zaman aşırıya kaçan prodüksiyon ve mastering çabalarını da aşağıya çekmiş. Kimilerinin Alex Ebert’in neo-hippie, kült lideri görüntüsündeki imajı ile ilgili sorunları olsa da, bunun ortaya çıkarttığı müzik ile ne alakası olduğunu anlamakta zorlanıyorum. Ebert yarın gene eski elektronik müzisyen haline bile dönse, bize iki tane şahane neo-folk albümü bırakarak gitmiş olacak. Here’daki bütün şarkılar dikkate değer, ama illa seçmek gerekirse That’s What’s Up ve Mayla‘yı önerebilirim.

12- Bowerbirds – The Clearing

Bowerbirds’in sakin ve içine kapanık soundu hiçbir zaman bu kadar iyi olmamıştı. Hatta belki çok iddialı olacak ama The Clearing, Hymns for A Dark Horse‘dan bile daha iyi bir albüm olmuş.Özellikle Walk With Furrows, Stich The Hem ve Hush gibi şarkılar HfADH’daki Hooves ya da Bur Oak gibi Bowerbirds klasiklerinin daha ustaca yazılmış versiyonları adeta. Philip Moore’un tedirgin vokallerindeki içtenlik tam olması gerektiği kadar, ve her zamanki gibi kedere yer vermeden dokunaklı olmayı başarıyor. 

11- Fiona Apple – The Idler Wheel… 

Yedi sene süren sessizlikten sonra Fiona Apple ne yaparsa yapsın dinleriz. Sonuçta emin olduğumuz iki şey var: Apple’ın o dumanlı ve rakipsiz alto sesini duyacağız ve albüme giren her bir şarkı çok katı ve detaylı bir elemeden geçmiş olacak. Apple’ın büyük hayranlarından biri olmama rağmen yıllardır birikerek devam eden beklentilerin ardından gelen The Idler Wheel…‘ı benimsememin biraz zaman aldığını itiraf etmem gerek. Albümdeki melodiler eskisine göre çok daha karmaşık, kolay akılda kalan hook’lar yok denecek kadar az ve perküsyonun sürekli başrolde olduğu aranjmanların çoğu insanı şaşırtacak derecede  sade tutulmuş. Bu açılardan albüm Fiona Apple’a aşina olmayanlara çok fazla hitap etmeyebilir -ama olsun: The Idler Wheel’in eski hayranlar için düşünülüp yazılmış olduğunu bilmek insanı sanki kendisine çoktan hakkettiği bir mükafat verilmiş gibi hissettiriyor. 

10- Lambchop – Mr. M 

Lambchop’un yıllar içerisinde geçirdiği değişimi gözlemlemek, müzikte tanık olunabilecek en ilginç deneyimlerden biri olabilir. Ekibin bugün bulunduğu yer 70’ler lounge, alt-folk, ve kendilerine özgü space-rock karışımı bir şey olsa gerek. Kurt Wagner’in ezici berraklıktaki sesi albümdeki bütün farklı türleri birleştiren en güçlü öğe. Tabii Kurt Wagner demişken mesafeli ve ironik şarkı sözlerine değinmemek de olmaz: Gone Tomorrow ve Kind Of.

9- Burial – Kindred 

Sadece üç adet parçadan oluştuğu için EP kategorisine girse de Kindred’ı bu küçük teknik detay yüzünden listelere dahil etmemek mümün değil. Albümdeki üç adet dubstep şaheserinin her biri yapısal olarak birbirinden olabildiğince uzak. Tek ortak noktaları Burial’ın dahi prodüksiyonlarının yapıtaşı olan karanlık ve mat filtrelerden sızdırdığı yoğun ve sıkılaştırılmış ses demeti. Kendi dubstep tanımı dinleyicisininkine bu kadar yakın olan bir başka müzisyen olduğunu sanmıyorum.

8- El-P – Cancer for Cure 

C4C hiç durmadan ilerleyen ve önündeki her şeyi yıkıp geçen tahrip edici bir sonik tsunami. Hip-hop’a çok yatkın olmasam da, bu sene bu türde çıkan albümlerden bir hayli dinledim, ancak ilk 100 albüm arasına koyabileceğim tek albüm El-P’ninki oldu (Death GripsThe Money Store ise tam sınırda kaldı). C4C’deki güç ve enerji o kadar şiddetli ki dinlerken kalbinizin daha hızlı attığını hissedebiliyorsunuz. Yılın en başarılı prodüksiyonlarından bir tanesine de sahip olan albümdeki Tough Cold Killer, Stay Down ve The Jig is Up Jaime Meline’in kariyerindeki en iyi parçalar olabilir.  

7- Barna Howard – Barna Howard 

Folk (ve folkla ilişik) müzikler için çok iyi geçen 2012’de Barna Howard’ın kendi adını taşıyan ilk albümü türün en iyilerinden bir tanesiydi. Howard’ın harbi ve folk’un en temeline inen albümünde, Dylan’ın ilk zamanları ve Van Zandt’tan bir hayli etkilendiği açık. Fakat maalesef, bu güzel çalışma fazla reklamı yapılamadığından pek farkedilmedi. Her şarkısını çok beğendiğim albümden tek tek şarkı seçmek zor ama I’ll Let You Pick A Window ve Song for Joe bu albüme aşık olmak için yeterli nedenler olsa gerek.

6- Mark Knopfler – Privateering 

Mark Knopfler, neredeyse eşit sayıda gitar baladı ve blues-rock şarkılarından oluşturduğu albümünde kendi müziğinin bu iki kökenine de hakkını fazlasıyla vermiş. Ben şahsen özelde Privateering’in, genelde de Knopfler’ın solo kariyerinin yumuşak tarafını tercih ediyorum. Özellikle bu albümdeki Redbud Tree, Dream of the Drowned Submariner gibi şarkılardaki hüzünlü sakinliği seviyorum.  Knopfler albümde slide gitarı da bol bol (en etkili olarak da Go, Love‘da) kullanılmış. Privateering için Knopfler Sailing to Philadelphia’dan bu yana yaptığı en iyi albüm diyebilirim.

5- The Avett Brothers – The Carpenter 

The Avett Brothers’ın Rick Rubin’le beraber yaptığı ikinci albüm olan The Carpenter 12 tane birbirinden güzel ve ustalık içeren indie-folk şarkı içeriyor. Scott ve Seth biraderler bir defa daha en güçlü özelliklerini ortaya döküp hem harmonik hem de modik açıdan zengin şarkılar yazmışlar, ve bunu yaparken de şarkılarının ihtişamını hiç kafamıza vurmamışlar. The Carpenter’daki Rubin etkisini en çok davul ve elektro gitarlara yer veren Paul Newman vs. The Demons‘da hissediyoruz. Onun dışında Live and Die, I Never Knew You, The Once and Future Carpenter çok başarılı şarkılar.

4- Dan Deacon – America 

Deacon her ne kadar America albümünü ABD’nin mevcut durumundan duyduğu memnuniyetsizliği anlatmak için yapmış da olsa, bana kalırsa bu albümü bir konsept çalışma olarak düşünmek hata olur. Müzisyenin boyadığı sonik tablolar aklındaki kavramları anlatmak için biraz fazla abstrakt. Gene de eserlerin altında kimi zaman belli belirsiz yatan kimi zaman ise aşikar bir halde ortaya çıkan öfkeyi hissedebiliyorsunuz. Geniş ses yelpazesinin yüksek distrortion ile uyum içinde kullanıldığı America’da Dan Deacon özellikle albümün ikinci yarısını oluşturan dört bölümlük USA’de kreatif kaslarını iyiden iyiye çalıştırmış ve ortaya yılın en yaratıcı elektronik albümü çıkmış. 

3- Alt-J – An Awesome Wave 

Bu sene Alt-J’in çok açık bir şekilde gösterdiği gibi "hype" illa boş vaat anlamına gelmiyor. Başlangıcından bitişine yapımı beş sene süren An Awesome Wave, hem Mercury Prize’a layık görüldü hem de  eleştirmenlerden ve dinleyicilerden yüksek not almayı (hakkederek) başardı. Yılın en özenli ve titiz çalışması olarak gördüğüm An Awesome Wave’in tek kusuru, her şeyinin kusursuzluğa varacak düzeyde hesaplanmış gibi durması. Bu da müziğin önemli unsurlarından spontaneliği ortadan kaldırıyor.  İkinci albümlerinde bütün kalbimle "sophomore slump" yaşamamalarını dilediğim Alt-J’in bundan sonra ne yapacağını da merakla bekliyor olacağım. Bu arada umarım can sıkıcı Radiohead benzetmeleri de sona ermiş olur.

2- M. Ward – A Wasteland Companion

Üç yıldır Monsters of Folk ve She & Him’deki kollaboratif çalışmaları dışında solo kariyerinden ses seda çıkmayan Matthew Ward’ın geri dönüşü tek kelime ile muhteşem oldu. A Wasteland Companion, sanatçının kılıktan kılığa girerek birçok farklı türü ustalıkla harmanladığı ve daha önceki albümlerinde denediği çeşitli tarzları mükemmel bir şekilde topluca yansıttığı bir albüm. Matthew Ward, hemen açılışta yer alan Clean Slate ile dinleyiciyi sıcak folk gitar arpejleriyle teslim aldıktan sonra 40 dakika boyunca 50’lerin rock’n’roll dans salonlarına, 80’lerin diskolarına, 60’ların protest festivallerine, 70’lerin psikedelik şovlarına sürükleyip duruyor. Bunu yaparken de hiç bir türe ve döneme yabancılık çekmiyor. Ward’ın buğulu sesi zaman zaman Bob Dylan’I (I Get Ideas) zaman zaman Tom Waits’i (Crawl After You) ya da David Bowie’yi (Watch the Show) çağırıştırıyor. Fakat Ward’ın yarattığı  bu müzik evreninde bütün şarkılar son derece derli toplu, ortak bir prodüksiyon havuzunda toplanıyor, hiç bir şarkı yersiz durmuyor. Müziğin son 60 yılındaki herhangi bir akımı benimsemişseniz, adeta müziğin kendisinin kutlandığı bu albümde kendinize göre bir şeyler bulacağınız kesin.

1- Lost in the Trees – A Church that Fits Our Needs 

Bu listeyi yaparken en az zorlandığım sıralama 1 numara oldu: Ari Picker önderliğindeki Lost In The Trees’in A Church That Fits Our Needs albümü bana göre bu listedeki diğer albümlerden en az bir adım önde. ACTFON, listemde ikinci sırada yer alan A Wasteland Companion’un tam aksine son derece kapalı, müzikal kalıpları ve ruh hali dar bir yolda ilerlemesine rağmen, benzerine uzun bir süre rastlamayacağınızı çok iyi bildiğiniz ve bu yüzden bitmesin diye yavaş yavaş okuduğunuz bir kitabı andırıyor. Albümün klasik müziğe dayalı temelleri beni yumuşak karnımdan vurmuş olabilir, ama nereden bakarsanız bakın, bu sene ACFTON kadar mütemadiyen iyi yazılmış şarkılarla dolu bir başka albüm dinlemedim. Ari Picker, klasik müzik eğitiminin etkilerini grubun ilk albümü All Alone In an Empty House’daki iki adet Sketch adını verdiği enstrümental parçada -biraz ham ve gözümüze sokar bir halde olsa da- göstermişti. Yeni albümdeki klasik esintiler ise daha derinde, parçaların polifonik ve sonat formatındaki yapsında gösteriyor. Picker ACTFON’deki parçaların büyük çoğunluğunu tema-antitema-gelişim-temaya dönüş şeklinde tasarlamış. Albümü dinlerken farkedilen yapısal farklılık ve (en azından pop/rock müzik kalıplarına göre) alışılmadık gidişat bu yüzden. Yaylı sazların ve perküsyonun yoğun olarak kullanıldığı  orkestrasyon ustaca inşa edilmiş; kullanılan melodiler oldukça uzun ve çoğu zaman beklenmedik yönlere gidiyor, rahatlıkla gam atlıyor. Tabii bütün bu inceliklerinin dışında asıl önemlisi bestelerdeki ve şarkı sözlerindeki yoğun duygu. Ari Picker, bir kaç sene önce intihar eden annesine adadığı albümde biz dinleyicilerden ziyade annesi ile konuşuyor ve sadece ikisinin anlayacağı bir dil kullanıyor. Her ne kadar chamber-folk olarak sınıflandırılsa da, ACTFON’ün kökeni ve uzantıları çok daha karmaşık. Bakalım her yönü ile bu kadar iyi hazırlanmış bir albüm bir daha ne zaman çıkar.

Daha fazla yazı yok
2024-05-05 13:09:16