A password will be e-mailed to you.

"Yüksel Arslan, sanat üzerinden kendini ifşa yollarını aralarken neredeyse ‘kendinden’ bir sanat akımı yarattı ve arture olarak tanımladığı işlerini, sanatsal olarak tanımlanan eserlerin ötesine yerleştirerek sanat için yeni bir ontoloji belirlemeye ya da ontolojik bir gereksinimin olmadığını göstermeye çalıştı."

Sanat, yaşam dışı malzemeyle yaşam dışı bir etkinliğe dönüşerek gelişiyordu ve neredeyse tanrının dünyadaki temsili haline gelmişti. Bu gelişim, “kişisel” olanın dâhil edilmesiyle apayrı bir noktaya taşındı. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının yarattığı tahribat, toplumsal olanın yeniden düşünülmesi zorunluluğunu ortaya koydu ve belki de bir kazanım olarak nitelenebilecek Sürrealizm ve Dadaizm akımlarını ortaya çıkardı. Sanat, ülküsel olanın dışında bir gerçeklik arayışı haline geldi ve apolitik bir örgütlenme olarak üst bir iradeyi reddetmeyle eş tutulmaya başlandı. Bu oluşuma paralel olarak Yüksel Arslan, gerçeklik olarak kabul edilmeyen “kişi”yi ele almıştır. “Kişi”, tarih boyunca toplumsal olanın dışında varlık gösterememiştir.
 
Yüksel Arslan, sanat üzerinden kendini ifşa yollarını aralarken neredeyse “kendinden” bir sanat akımı yarattı ve arture olarak tanımladığı işlerini sanatsal olarak tanımlanan eserlerin ötesine yerleştirerek sanat için yeni bir ontoloji belirlemeye ya da ontolojik bir gereksinimin olmadığını göstermeye çalıştı. Arslan, evrensel bir sanat algısının sanatın özüne ait olmadığını ve yine sanatın sanatçıyla eş tutulması gerektiğini dile getirdi. Onun sanatı, onu anlatıyordu ve onun gibi eşsizdi. Kanını, beden salgılarını ve duyumlarını sanat nesnesi haline getirip yaşamla özdeş bir duyum yakalamaya ve sonsuz sayıda çeşitlilik yaratabilmeye odaklandı. Artureleri de, tıpkı onun gibi, yaşam ve okumalarla değişiyor, kişisel olan bir tarihe dönüşüyordu.
 
 
Arzularla oluşturulamayan bir yaşam

 
Yaratıcı, gün boyunca arzularıyla boğuşmak zorunda kalmıştı. Yaşamdan fazla bir beklentisi olmamasına rağmen yine de insanlarla etkileşim içine girmesi gerektiği duygusundan kurtulamıyor, bu doğrultuda çaba sarf ediyordu. Fakat bu çaba da sorun olarak anlamlandırdığı durumu değiştiremiyordu. Tüm gün yürümüştü ve neredeyse karşılaştığı her insan, onda farklı bir eylem çağrıştırmıştı. Yanından geçen ve yüzüne bakmamakta direnen kadın, onu tahrik etmişti. Kadını durdurup ona dokunmak ve beden sıvıları içinde kendinden geçmek istiyordu. Bu hissin etkisinden ancak, kadın ondan yeterince uzaklaşıp gözden kaybolunca kurtulabilmişti. Ardından, yaşamın tüm sırlarını çözmüş gibi görünen iki arkadaş ona yaklaştıkça, onu büyülüyordu. Bazı insanların sadece yaşamak için bu dünyaya geldiği kanısına ulaşmıştı. İkili, muhtemelen tüm gün bir odada sevişmiş ve çıkmadan önce beraber yıkanmışlardı. Belki de beraber yıkanmanın etkisiyle ikisi neredeyse aynı görünüyordu. Yaratıcı, onlarla üçlü bir yaşamın içine girmişti ve beraber yaşayabileceklerini düşünüyordu. Yan yana geldiklerinde onlarla yürüyüp sohbet ettiğini zannetmiş ve anlatılanlara katılıp gülmüştü. Yaratıcıya yabancı bakışlar, onu uzaklaştırmıştı. Durup ikilinin ardından seslenmek istiyordu ama sadece uzaklaşabiliyordu ve bir daha böyle iki arkadaşı olmayacağını düşünüyordu. Yaratıcı, zoraki bir şekilde daha gerçekçi düşünmek zorunda kalmıştı ama tüm olasılıklar ona eşit uzaklıktaydı ve düşündüğü her şey aynı şekilde gerçekleşmeyecek gibi görünüyordu. Sokaklar, birini tanımak için elverişli değildi ve tanıyacak birinin olduğu bir yer aramaya başladı. Girdiği her mekân yabancı insanlarla doluydu; dikkatlice insanların yüzlerine bakıyor, birini bulması gerekiyordu. Bulduğu kişi, onun yaşamındaki ideal kişi olmak zorundaydı; çünkü yaşamın, ona farklı birini tanıması için fazladan bir seçenek sunmayacağını biliyordu. Neyse ki o gün öyle biriyle tanışamamıştı. Yaratıcının yapacağı tek bir şey kalmıştı; o da eve dönüp uyumaktı. Bazen sefilce bir yaşam, bir rüyayla daha çekilebilir hale gelebilirdi. Çoktandır şu cümle aklındaydı: “Bilinç kurgulandığı gibi bilinçaltı da kurgulanmıştır.” Vahşi bir bilinçaltının olmayışı da onu rahatsız ediyordu. Bilinçaltını oluşturmak için bile çaba sarf etmesi gerekiyordu. Uyumadan önce neler yaşamak istediğini biraz düşündü fakat uyur uyumaz apayrı şeyler yaşamaya başladı. Yaratıcı, dişi ya da erkek olduğu belli olmayan bir köpeği doyasıya beceriyordu ve adeta tüm hıncını köpekten çıkarıyordu. Gün boyunca etkileşim kurmak istediği insanlar başına toplanmış onu izliyordu. Yaratıcı orgazm olmuş, yüzü aydınlanmıştı ve etrafına toplanan kalabalığa “İşte yaşam!” diye haykırdı. Nedense aklına Adorno gelmişti:“Gerçekliğin olmadığı yerde düş gerçektir”; insanlar bir şeye anlam katmayı ne kadar da çok seviyorlardı. Gerçeklik bile bir anlam ifade edemezken, düş nasıl bir anlam ifade edebilirdi? Adorno yakınlarda olsaydı ona söyleyeceği birkaç cümlesi olduğunu düşündü, ama bunun için özel bir çaba sarf etmeyecekti; çünkü daha kurgulaması gereken bir dünya vardı. Yaratıcı kollarını sıvadı ve öncelikle tüm canlıların üzerinde yaşaması için devasa büyüklükte bir vajina yarattı. Vajinada yaşayan her canlı doğası gereği sevişiyordu ve bunun için görmesine de gerek yoktu. Cinsel organlardan salgılanan sıvılar dev vajinanın içine akıyordu. Vajina magma gibi ısınıyor, afrodizyak bir aktiviteye dönüşüyor ve içinden devasa boyutta bir penis yükseliyordu. Tüm canlılar bir tapınağın etrafında toplanır gibi penisin etrafında toplanıyor ve onu kucaklayıp öpüyorlardı. Yaratıcının arzuladığı her şey gerçekleşiyordu fakat yaşayabilmesi için de gerçekliğin olmadığı bir dünyada uyanması gerekiyordu.
                
Toplum, “kişi” için yalıtımı ya da daha çok nelerin yaşanmayacağını belirler ve bunun için de insanın en mahrem düşlerine sızabilme yetkisini kendinde görür. Yüksel Arslan, toplumun yasakladığı ya da kendine tehdit olarak algıladığı duyumları sanatın konusu haline getirdi.  Bataille’ın yasak aşma olarak tarif ettiği, yasak olan ya da insanın en karanlık düşlerinin anlatıyla bir gerçekliğe dönüştüğü bir özgürlük alanı ortaya çıkıyordu.  Üst bir algıyla şekillenen yapısalcı toplum, kendini kurgulayan “kişi” ile karşılaşmıştı; postmodern olarak tanımlanan ve yasak olanı yaşam pratikleri haline getiren bir “kişilik” ortaya çıkıyordu. 
                

Yaratıcı el
 
Yaratıcı, artık insanlarla bir şey yaşayamayacağını ve yaşayacaklarının da beklentilerini karşılamayacağını fark etmişti. Bu fark ediş, onu bir çeşit umutsuzluk içine sürüklemişti, ama bunu sıkça düşünmemeye çalışıyordu. Dışarıda kurulan bir dünya vardı ve düzenli bir çalışmayla tamamlanacak gibi görünüyordu. Yaratıcı da herkes gibi bu kurulum içinde çalışıyor ve sona ermesi için sabırsızlanıyordu. Yaratıcı hiç de derin olmayan bir uykuya dalmıştı ve neredeyse uyanıktı. Rüyasında başparmağı gelişen bir “el” olarak dünyaya geldiğini gördü. Hiçbir şey kendiliğinden oluşmamıştı. “El” demirden ve betondan bir dünya inşa ediyordu. İlk başlarda bir tesadüf şeklinde ortaya çıkan yapılar zamanla bir düzenin parçaları haline geldiler fakat tamamıyla birbiriyle uyuşan yapıların düzeni değil de birbiriyle uyuşmayan yapıların düzeniydiler. “El”, yaratmanın dışında artık yapılar arasında uyumu sağlamak için çabalıyordu. İlk başlarda düzenleme, bir ilerleme olarak nitelense de zamanla farklı uyumsuzlukların sebebi de oldu. Her şey bir yanlışın tekrarına dönüşmüştü ve “el”, dünyayı inşa etmekten çok artık onu yıkmak için çaba harcıyordu ve bir türlü kararlı bir yapıya dönüştüremiyordu. Dünya nihayetinde yıkık bir harabeye dönüşmüştü. Yaratıcı derin olmayan uykusundan uyandı, dünyayı yaratan ellerine baktı ve hiç de yaratıcı olmadıklarına kanaat getirdi. 
 
Yüksel Arslan’ın gözünde toplum, bir oluşumun sonucudur ve bu oluşum üst bir iradeyle kişilikleri gasp edilen insanların toplamıdır. Modern dünyada insanları bir arada tutan “lanetli pay”, aynı zamanda insanların geleceğini şekillendiren belirleyici bir etmendir. Yüksel Arslan sanatsal bir yüceltmeye gitmeden günümüz dünyasını gördüğü gibi resmetmeye çalışır. Dünyanın bu yeni görünüşü mitolojik olanın dışında onu sömüren insanları temsil ediyordu ve bu sömürgeci eller insanların kaderini de belirliyordu. Beden ve evrenin işleyişi mekanik yasalara bağlanmıştı ve insan duyumları nesnel dünya içinde sıkışıp kalmıştı. Dünyanın farklı bir oluşuma dönüşmesi için uzun bir süre gerçekliğin çölünde kavrulması gerekiyordu. Nietzsche “Çöller büyüyor, göremeyenin vay haline” diyordu. Bu gerçekliği ilk fark eden sanatçılar oldu ve sanatı gerçekliğin külünden tekrar yarattılar.
 
 
Bir binek hayvanı olarak insan

Yaratıcı, gün boyunca çalışmaktan bir şey hissedemez hale gelmişti. Yatağa girer girmez uykuya dalmış ve rüyasında da çalışmaya devam etmişti. Dünya devasa bir makineye dönüşmüştü ve inanılmaz bir gürültüyle çalışıyordu. Çıkan sesler işçilerin çalışması için bir ritim oluşturmuştu. Makine hiç durmuyordu ve işçiler bunu devam ettirmek için ellerinden geleni yapıyordu. Her işçinin elinde bir alet vardı ve bu aletler adeta makinenin bir parçasına dönüşmüştü. İşçilerin bedenleri kullandıkları alete göre şekil almıştı ve bir akla ihtiyaçları kalmamıştı. Zaten çoğu, binek hayvanı gibi davranıyor ve sarf ettiği çaba oranında varlık gösterebiliyordu. İşçilerin vardiyaları, kafaları saat gibi işleyen insanlara göre değişiyordu ve bir megafondan sürekli şu cümle yankılanıyordu “Özgürlük köleler içindir ve köleler ancak çalışma ile özgür kalabilirler, düşünmek değil çalışmak sizi özgür kılar.” Yaratıcı ter içinde uyanmıştı ve hazırlanıp işe gitmişti.
                                  
Bu dünyayı sadece bazıları yönetecek ve geri kalanlar yönetilmek zorunda kalacaklardı. Yüksel Arslan bu ayrımı resimlerinde çok net ortaya koyuyordu. Kapitalizm üzerine ürettiği seride insanı nesnel bir üretimin çarkları arasında sıkışan bir oluşuma indirgiyordu. İnsan yığınları, bir avuç insan için çalışıyordu. Liderler, bürokratlar ve onları besleyen burjuvazi sınıfı, artık çalışması bir angaryaya dönüşen işçi sınıfının varlığını devam ettirmek için otoriteyi savunuyordu. Otorite ise işçilerin daha verimli çalışması için işliyordu. İnsanlar artık bir fabrikada sahip olduğu konuma ya da kazandığı paraya göre sınıflanıyordu. Dünyanın bu yeni düzeni için emek sömürüsü demek ne kadar doğru olur bilinmez, ama herkes biraz daha fazla kazanmak için daha fazla çalışıyordu.
 

Başarısız bir tanrının dünyayı yaratma deneyi

Yaratıcı sömürülüyordu ve bu durum onda içten içe bir başkaldırı dürtüsü uyandırmıştı. Sürekli olarak “İşçiler zincirlerinizden başka koparacağınız bir şey yok” deyip duruyordu ve bu sloganla yeni bir dünya yaratacağını düşünüyordu. Her şeyi hesaplamıştı ve bir aksilik çıkmazsa herkesin mutlu bir yaşam süreceği bir dünya yaratacaktı. O gece erkenden uyumuştu, sabaha dinç uyanmak istiyordu. Rüyasında elinde kırmızı kaplı bir kitapla işçilere hitap ediyordu. Konuşması “Bizler özgür dünyanın insanlarıyız, yaşamak için efendilere kölelik yapmamız gerekmiyor” cümlesiyle başlamıştı. Makineler daha güçlü ses çıkarmaya başlamıştı ve sese bir de marş eşlik ediyordu. “Dünyayı bizim emeğimiz şekillendirecek ve çocuklarımız daha özgür bir dünyada yaşayabilecektir.”  İşçilerin artık daha da çok çalışmaları için umutları ve onları denetleyen diktatörleri vardı. Diktatörler elleri kırbaçlı canilere dönüşmüştü ve “Çalışın, çalışın!” demekten başka bir şey bilmiyorlardı.  İşçilerin kurdukları dünya hiç de gerçekleşen bir rüya gibi görünmüyordu ve kısa süre içinde otorite herkesi sömürmeye başladı. Devrim bir kez daha onu gerçekleştirenler için gerçekleşmemişti ve hiçbir şey hesaplandığı gibi olmamıştı. Yaratıcı yaptıklarından pişman bir şekilde uyandı ve olanın ütopya olandan daha ideal olduğuna kanaat getirdi.
                                                    
Yüksel Arslan’ın artureleri yaptıkları okumalarla devrimsel nitelikte değişiyordu. Onun düşünceye olan bu itaatsizliği, onu her şeyi reddetme ve aynı zamanda kabul etme ya da her şeyin düşünülebilir olduğu noktasına getirdi. Onun için düşünce, içinde üretim yapabileceği ve sanatı dönüştürebileceği bir konaktı.  Sanat onun düşüncelerini dile getiriyordu ve iktidar gibi bir paradigmaya bağlı değildi. Reel sosyalizmin sona ermesiyle beraber yapısalcı olan dünyanın da sonuna geliniyordu ve artık her şey, bir kurguyu sürdürme çabasına dönüşüyordu. İnsan yaşamı öngörülemez ve salt bir düzene tabi olamazdı. Siyaset, eylemsel bir pratik olmaktan çıkmış ve tıpkı sanat gibi duyumsal bir oluşuma dönüşüyordu. Komünizm, onun sanatı içinde apayrı bir yaşanmışlığa kavuşuyordu ve Karl Marx bir düşüncenin sanatsal imgesine dönüşüyordu.
 

Kişisel bir metafiziğe doğru
 

Yaratıcı, artık arkasında büyük bir iradenin etkisini hissedemiyordu. İnsan toplumsal bir varlık değilse yalnız bir varlıktır. Kendini bir dairede inzivaya çekilen Zerdüşt olarak düşünüyordu, o da yurdundan uzak düşmüştü ve bu onun umurunda değildi.  İşin tuhaf tarafı artık düşünceleri de onun için bir anlam ifade etmiyordu ve yaratıcı uykuya daldı. Rüyasında elinde kemik bir tarakla kocaman bıyığını tarayan bir adamı karşısında gördü. Adam ona “Neysen o ol!” diye buyurdu. Yaratıcı, bir anda var olduğu için acı çekmeye başladı ve çektiği acı dinince de bir daha var olduğu için acı çekmeyeceğini anladı. Adamın kocaman bıyığının altından demire şekil veren çekiç darbeleri gibi sözcükler çıkıyordu ve çıkan her sözcük yaşamı hor gören kaideleri parçalıyordu. Bıyık konuştukça dünya yeniden şekilleniyordu. Nihayetinde putların alacakaranlığı sona ermişti ve ortada sadece sözcükler kalmıştı. Artık, insan düşündüğü sürece yaşamı anlam bulacaktı ve değişecekti. Dünyayı çalışma değil düşünce şekillendirecektir. Yaratıcının yaşlı yüreği taşkınlaşmıştı; ilk kez bir şey yapma gereksinimi hissetmiyordu.

Foucault, Nietzsche’yi, fenomenlerden kaçan insanların sığınağı olarak tarif eder. Nietzsche ile beraber metafiziğin bağlamı değişti. Nietzsche, bilinmeyenin metafiziğinden ziyade bilinenin metafiziğiyle ilgilendi ve o kutsal olanın yerine yaşamsal olanı yerleştirdi. Nietzsche, kişisel bir inanç oluşturmak için tüm değerleri yeniden değerlendirdi. Aslında onları yerle bir ettiğini söylemek daha doğru olur. O, üst insanı yaratıcı bir düşüncenin ürünü olarak yaratmaya çalışır. Yüksel Arslan, sanatla devrimci bir tutum sergiler ve sanatsal bir moral değeri benimsemez; aksine bir yapı-söküm uygular, bağlamından uzaklaştırıp onu tanımsız kılmaya çalışır. Arslan, düşünceyi ve sanatı bedenin bir uzantısı olarak görür ve onu hor görenlere inat duygu ve düşüncelerini en üst değer olarak belirler. Çarmıhtakine karşı Dionysos.

Daha fazla yazı yok
2024-05-07 23:59:47