A password will be e-mailed to you.

Barselona Tapies Müzesi, içlerinde Brian Eno’nun da olduğu 15 sanatçıya ait bir ses ekspozisyonu sergisine evsahipliği yapıyor. Zeliha Midilli "Interval. Sound Actions" sergisini ve  hayranı olduğu Brian Eno’yu yazdı.

Bir süredir Barselona’da yaşıyorum ve şehrin nimetlerinden elimden geldiğince yararlanmaya çalışıyorum. Geçenlerde arkadaşım Josep, ağzı kulaklarında eve geldi ve “ Bil bakalım, sana ne haberim var?” dedi. Artık iyice tuhaflaşan İngilizce, İspanyolca, Katalanca, Türkçe karışımı lisanımla, “ Ne bileyim ayol, müneccim miyim ki bileyim?” gibi bişeyler söyledim. Cümlenin ‘ayol” ve ‘müneccim’  kısımları Türkçeydi. Burada 2 dil konuşulması beni maymuna çevirmiş durumda. İspanyolca’yı ve Katalanca’yı birbirine karıştırdığım yetmiyormuş gibi, aralara İngilizce ve Türkçe kelimeler de serpiştiryorum. Estürcatish dili diyorum ben buna ve sonuçta beni Josep’ten başka kimse anlamıyor, gerçi o da çoğunlukla yanlış anlıyor ama böyle iyiyim, anlaşılmaz olmak da iyi bi şey bi bakıma!!!

 

Neyse bu ayrı ve uzun bir konu, sadede geleyim! Haber şuymuş! Tapies müzesinde Brian Eno’nun ses ekspozisyonu başlamış! Çığlık mı attım, takla mı, n’aptım hatırlamıyorum! Hani suç hanesine girecek bir şeyler yaptımsa eğer, hafifletici sebeplerim var, “Masumum hakim hanım, çünkü ben bir Eno manyağıyım”!

 

Brian Eno, 70’lerden beri en önemli müzisyenlerden biri… O zamandan beri, İngilizlerin onun için dediği gibi “immensely influential musician” yani pek çok müzisyeni ‘muazzam’ derecede etkilemiş bir müzik adamı. Teker teker yazayım mı bilmiyorum! Glam Rocker, Avantgard Rocker, Ambient pioneer, Multimedia artist, Technological innovator ve daha neler neler! İngilizce yazdım ama vallahi ukalalıktan değil, çeviremiyorum işte, anlayın, ‘yeteneksizim’ dedirtmeyin bana, hem Estürcatish yazmadığıma da şükredin!

 

Konudan yine uzaklaştım, huyumdur, pardon, yine konumuza keskin bir virajla dönüyorum! Rocktan ambient müziğe (ki ambient müziğin babası olarak addediliyor), deneysel müzikten instalasyonlara, bir sürü şeyi birarada yaparken ve millet de haklı olarak onu bu bir dolu işlerle tarif ederken, o kendini ‘nonmusician’ olarak tanımlıyor. Tam “Daha neler my god, fesüphanallah yani!” falan derken bir de üstüne, bütün ömrünü müzikten kaçmakla geçirdiğini söylüyor. “I have spent most of my adult life trying to escape the music”, bu sözler ona ait! “Sen temiz bir sopa mı istiyorsun, eşek sıpası” demek geçiyor içimden ve diyorum da ama duyan kim?!!! Alçak gönüllülük mü, kibir mi, bu artık onun sorunu diyorum ve ben onu dinlemeye ve sevmeye devam ediyorum.

 

Roxy Music’ten bugüne onun kariyerini anlatmayayım, bilen biliyor, bilmeyenleri de uzun uzun yazılarla baymayayım ve ekspozisyona geleyim. Ben tabii hemen ertesi gün Josep’le beraber ekspozisyonun yer aldığı Antoni Tapies müzesinin yolunu tutuyorum. Eno söz konusu olduğunda her şeyi unutmam normal, oysa diğer sanatçılardan da söz etmem gerek. Çünkü bu karma bir ekspozisyon! 15 sanatçının ‘Sound Action’ı daha ‘Interval’ adındaki bu ekspozisyonda yer alıyor. Ama ne yalan söyleyeyim, bu başta benim çok umurumda değil. Bu yüzden müzeye girer girmez, koşa koşa, binanın zemin katında yer alan Brian Eno’nun bölümüne yöneliyorum. Eno’nun ekspozisyonun adı The ‘Ship’ (Gemi), alt başlığı da ‘Loudspeakers and Death’ (Hoparlörler ve Ölüm). Eno hayatında onu etkileyen en büyük iki olayın 1. Dünya Savaşı ve Titanic Faciası olduğunu söylemişti bir röportajında. Girer girmez aklıma bu sözleri geliyor.

 

Sığınak gibi bir oda burası ve karanlık! Soldaki duvarın önüne onlarca hoparlör dizmiş Eno; üstüste konulmuş hoparlörlerin hepsi eski… Sağ duvarda ise boydan boya, düz ya da haç şeklinde ışıklı prizmatik küpler, üzerlerinde yine hoparlörler, tepede sallanan içi boş çerçeveler, küplerin önünde ise yanıp sönen mumlar var… Ambiyans aynen bir kilise gibi! O da zaten bu odaya ‘Sanctuary’ (mabed) adını vermiş. “Benim gibi bir ateistin kilise atmosferi yaratmasına şaşabilirsiniz ama bence en iyi kiliseleri ateist mimarlar yapar” diyor. Ölümü hatırlatan ama ölümün kötü bir şey olmadığını söylemek istercesine, huzur veren bir atmosfer, hatta sizi çıldırtan her şeyden kaçıp saklanmak isteyeceğiniz bir sığınak burası! Ve elbette sesler!… Eno’nun ‘müzik’ olarak adlandırmadığı ‘sesler’!..

 

“Gündelik hayatımızda, hep bir sürü gürültünün saldırısı altındayız! Trafik, polis alarmı, ambulans, şu bu… Evimizde otururken bile, bir sürü istemediğimiz gürültüyü dinlemeye maruz bırakılıyoruz. Ben mümkün olduğunca hep sakin parkları, müzik çalmayan sessiz restaurantları, cafeleri tercih ediyorum ama sonuç olarak hepsinde istemediğimiz sesleri dinlemek zorundayız. Kendi mabedim ki (Sanctuary) sesler benim seslerim ama herkes kendi sesini bulabilir” diyor.

 

Müzik olarak adlandırmıyor ama bu seslere ‘şarkı’ adını veriyor Eno, hatta ‘A song in 3 dimension’ (3 boyutlu şarkı) diyor ve “Bu şarkının içinde yürüyebilirsiniz” diye de ekliyor. Ben oturmayı tercih edip, uzun uzun dinliyorum Eno’nun seslerini. Her zamanki gibi, bir düşüncelilik haline eşlik eden huzur sarıyor her yanımı. Burada bir parantez açayım, ben dinlediğim müzikleri 2’ye ayırırım, “Kalbimle dinlediğim ve aklımla dinlediğim müzikler” diye… Eno’nunkiler ikinci kategoriye giriyor. Onu dinlerken hep alıyor beni bir düşünce! Hani “Bu kadar düşündün düşündün de ne oldun?” derseniz, size “Kendime bile hayrım olmadı valla” derim, o ayrı!

 

Ah, az kalsın unutuyordum, Eno ilk kez bir ‘Sound Action’da kendi sesini de kullanıyor burada. Sanki sesini hiç dinlememişim gibi, ben bir heyecanlanayım bir heyecanlanayım demeyin gitsin. Yarım saat mi desem, 1 saat mi, bilemiyorum artık, oturduğum oturağa çakılı kalmış bir vaziyette, Brian Eno’nun seslerini ve sesini dinliyorum. Benim gibi orada onu dinleyen insanların ne düşündüğünü de merak ederek, aklımdan kendime saklayacağım pek çok düşünce geçiyor. İşte Brian abinin sırrı burada! “Günlük hayatın hayhuyu içinde sıkıysa düşün bakalım bunları ey insanoğlu” diyerek Sanctuary’den çıkıyorum.

 

“Oh be yazı” bitti diyorsunuz ama o kadar sevinmeyin, daha bitmedi. Çünkü daha 15 sanatçı var! Yok yok, o kadar da değil, sadece 2 tanesine biraz değinip bitireyim. Sanctuary’den çıktıktan sonra Antoni Tapies’in eserlerinin olduğu, müzenin esas salonuna giriyorsunuz. Yani benim biraz önce “Eno, Eno” diye sayıklayarak koşa koşa geçtiğim salona… Ne resimlere bakmış, ne de ‘Sesler’i duymuştum. Serginin kuratörü Lluis Nachenta da diyor ki zaten “ Ekspozisyonu gezenlerin çoğu bu   sesleri duymuyor bile, kimi ise dikkat kesiliyor”. Bu sefer ben de Antoni Tapies’in resimlerine bakarken seslere dikkat kesiliyorum. Bu bölümde sanatçı Susan Philipzs, kısa dalga radyo yayınlarından episodlar seçmiş. Lluis Nachenta bilmiyorum bir röportajında şöyle demiş midir “Kimilerine işkence gibi geliyor, kimilerine şarkı gibi”! Eğer öyle algılamak isterseniz şarkı gibi geliyor, söylemiş olayım.

 

Tapies’in eserlerine bakarken, ekspozisyon için özellikle bu müzenin seçildiğini düşünüyorum. Barselona’lıların gurur duydukları bir ressam olan Antoni Tapies, resim ve heykellerinde, eskimiş, yıpranmış, artık değer verilmediği için bir kenara atılmış, gözden çıkarılmış eski eşyaları kullanıyor. Yırtık pırtık bir elbise, eskiciye düşmüş kırık dökük bir dolap, paslanmış demir bir bahçe çiti, kırık bir çerçeve, onun eserlerinde bir nevi ölümsüzlüğe kavuşuyor. Belki onun için Philipzs’in, bu bölümde hiç önem verilmeyen kısa dalga radyo yayınlarını kullandığını düşünüyorum.

 

En sonda da yani aslında ilk bölümde de Rachel Friezen’in ‘sound action’u var. Binanın girişinde,  müze dükkanı ve gişelerin yer aldığı, benim hiç durmadan gidip jet hızıyla Eno’ya koştuğum bölümden söz ediyorum! Friezen burada, müzeyi her sabah temiz pak yapan temizlikçilerin sohbetlerini dinletiyor bize. Temizlikçiler birbirlerine, kullandıkları malzemeleri, temizliklerinin püf noktalarını, başarılarının sırlarını anlatıyorlar. Müzede pek çok eserin yanı sıra, onların hiç farkedilmeyen ve hatta değer verilmeyen ama her sabah, yeni baştan ustalıkla yaratılan sanatlarına(!) da dikkat çekmek istiyor Friezen! Zaten Friezen, yaptığı her işte, amacının, her zaman “saklı olana görünürlük kazandırmak olduğunu” söylüyor. Katılan bütün sanatçıların böyle bir amacı var sanırım. Hepimizin de olmalı aslında!

 

Vesselam ilginç bir ekspozisyon. Eğer yolunuz düşer de Barselona’ya gelirseniz, 15 Şubat’a kadar Antoni Tapies Müzesi’nde görebilir, dinleyebilirsiniz.

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-09 12:07:45