A password will be e-mailed to you.

Şener Özmen. Sanatçı ve yazar. Söyleşmesi kolay olmayan bir adam. Türkçeye çevrilen ilk romanı Spinoza’nın Günlüğü (Rojnivîska Spinoza) hasebiyle birkaç gün şöyle bir birlikte dolaştık soğuk havaların kapıya dayandığı Amed’de. İkinci Yeni, Lamekân, Babel Terrace, Sülüklü Han ve Saray Kapı gibi mekânlarımızda kesik kesik söyleştik, bol şarap ve kahve tükettik, ben kısa notlar düştüm, sonra da yazıştık ve aşağıda okuyacaklarınız ortaya çıktı.  

 

Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız ve bir cenaze gibi bakıp duran Finnegans Wake günlerinden sökün eden iyi bir şey ve gene de tadımlık…

 

Kawa Nemir: Sevgili Şener, Abdullah Koçal tarafından bu yakınlarda orijinali Kürtçeden Türkçeye çevrilen ve Everest tarafından yayınlanan ilk romanın Spinoza’nın Günlüğü’nü (Rojnivîska Spinoza, Lîs, 2008, Amed) altı yıl sonra bir kez daha okuduktan sonra, zihnimde bir çok soru birikti. Senin kitaplarında altını çizmediğim, işaret koymadığım, not düşmediğim çok az yer oluyor, Susan Sontag’ın okuduğu Finnegans Wake nüshasına dönüşüyor elimde, senin yazdıkların. Bende birikmiş soruların ilki: Barbara Heinrich’in sanatçılığınla ilgili yazdıkları, romanın Spinoza’nın Günlüğü’nün sonuna sonsöz olarak alınmış ve Heinrich, orada diyor ki: “Özmen’in külliyatının tezahürünü öncelikli olarak video, fotoğraf ve sanat kitabında bulurken, yazarlık ve küratörlük eylemleri de bu külliyatın bir parçası olarak görülmelidir.” Şuna geleceğim! Kürtçenin (bence) ‘fovist’ bir romancısı olarak her biri bu denli engebeli olan bu kadar disiplini nasıl bir arada götürebiliyorsun ve bu alanlarda bu kadar üretken olabiliyorsun? (Ha! Laf sokmak için pusuya yatmışlara da diyeyim ki bu, Şener Özmen’e yaptığım bir övgü değildir, Şener Özmen’le ilgili durum tespitidir!)

 

Şener Özmen: Keşke bilsem! Bu kadar –ne kadar?– üretken olmanın mutsuzluğa varan bir tarafı da var ve sanki, şu aralar bir tek o tarafı kendini bana gösteriyor. Zamanla bazı görme biçimlerini gemiden atmak zorunda kaldım. Nereye mi gidiyordum? Bak işte bunu bilmiyordum. Şiir mesela, yani Türkçe şiir bitti benim için, bitmişti. Dört kitaptan sonrası haramdı artık. Sözüm Haritadan Dışarı[1] Lîs’ten çıkmış olan son şiirlerimdi ve tam da o sıra adı Gom olan (Gom adı, öyküden önce vardı) ve yine “Türkçe” bir öykü üzerinde çalışıyordum. Epeyce de yazmıştım, ama Gom hiçbir yere gitmiyordu. Ne bırakabiliyor ne de Gom’da kurmaya çalıştığım dilsel evrenin içine girebiliyordum. Hafızamda Gom, sözcük olarak bir tek “yitik” anlamıyla kalmıştı, diğer anlamlarını tahmin edemiyordum, ta ki bir gün sevgili Zana Farqînî’nin hazırladığı Ferhenga Kurdî-Tirkî’sini[2] alana dek. Sözlükte gom, (I): rd, suskun, pek az konuşan, (II): m, 1. Kom, davar ağılı 2. Kom (bir kimseye ait küçük yerleşim yeri, çiftlik) 3. kışla, ağıl (III) rd. 1. görünmez 2. kayıp, yitik 3. saklı (IV): m, su birikintisi anlamlarıyla geçiyordu ki bu yeni durum, o hiçbir yere gitmeyen öyküde yeni katmanların ortaya çıkış sürecini hızlandırmıştı. Kurmaca olmayan hayatları boyunca sadece sömürgeciyle karşılaşmalarında konuştukları veyahut kusursuz konuşamadıkları için aşağılanan, hırpalanan, insanlıktan çıkarılan erkeklerin, kadınların Gom’da sömürgecinin diliyle konuşmaları anlamsızdı, saçmaydı, kötüydü ve daha bir dizi şeydi. Ama Gom konuşabiliyordu, çift dilliydi ve baştan ayağa kurgunun içine gömülmüştü. Nasıl konuşturacaksın onları!? Altından kalkabileceğin bir şey değil ki bu? Hep yaptıkları üzere kırık-dökük bir Türkçeyle mi verecektin o bölümleri “başarılı” öykülerde veyahut “başarılı” romanlarda? Sinemada veyahut dizi sektöründe? Neden Türkçe yazıyorsunuz diye sormuyorum ki, neden Kürtleri yazıyorsunuz? Başka bir dünyayı bilmediğiniz için olabilir mi? Gerçeklikle başka türlü ilişki kurmayı beceremediğiniz ve diğeri hafif olduğu için olabilir mi? Acının bir dili var mı? Var elbette, acının kendi dili var, çevrilemez bir dili var, var işte! Düş kırıklığının bir dili var, çevrilemez bir dili var, var işte! Ama bunları hafifletecek bir dil yok, henüz yok! Kürtçe yazamadığınız için, Türkçe yazmayı bırakmak zorundasınız, yazmayın artık, Kürtleri yazmayın, başka kavimleri yazın ne olur, ama Kürtleri yazmayın. Sürekli bir uyarlama ile yaşayacak noktayı çoktan geçtiğimizi düşünüyorum. Uyarlanmış bir bellek olarak yazmak, yaşamak, çok, ama çok acı veriyor bana. Başkaları ne düşünür bilmiyorum, ben Kürtçeyi çok sevdim, Kürtçe yazmayı, ama özellikle uzun anlatılara girmeyi çok sevdim. Gramatik açıdan anlaşmaya varılmamış noktalar üzerinden gerçekliği keşfetmeyi de öyle. Bu, farklı bir deneyim. Önceki gibi değil, önceki gibi ceberut değil, öyle çocukluğumda atlatamadığım travmalarım falan da yok dil üzerinden gelen. Yeterince iyi Türkçe konuşamıyorum diye beni kırbaçlayan hocalarım da olmadı, TV ekranlarında boy gösterip, bu tarz hikâyeler anlatanları da anlamıyorum. Ama yeterince iyi Kürtçe konuşamadığım, yazamadığım için birilerinin ağzımı burnumu dağıtmasını çok isterdim. Çok mu uzaklaştım sorularından? Bu kadar disiplini bir arada nasıl götürebiliyorum? Nasıl hayatlar yaşadığımıza bir baksana! Yeterince kötü değil mi!? Tutunacak dallar değil aslında, kırılıyor sonra, ama belki bir, bilemedin iki nefes borusu daha, İsrafil’in borusundan önce… Üretkenliğime ve yeterlik meselesine gelince, aslında üç ana arter var: Biri, güncel sanat ki biliyorsun. İkincisi, Kürtçe (roman, öykü, çeviri), üçüncüsü de Lîs’in tasarımları. Buradan bakınca çok yalın görünüyor, epi topu üç roman bir de öykü kitabım var Kürtçede, bunlardan bir külliyat çıkarmak çok zor görünüyor, zirâ her ay üç Kürtçe şiir kitabı, iki roman ve bir öykü kitabı çıkaran yazarlarımız var, tek sorun, hiçbirini okumuyor, okuyamıyorum.   

 

K.N.: Romanın Spinoza’nın Günlüğü’nün ikinci bölümünde Simko’nun ‘yanlış’ sevgilisi Bala’ya yazdığı mektupta, kuşağımızın ‘odanın tavanında gittikçe büyüyen kırmızı bir nokta’ hallerini tetiklemiş Yesenin, Mayakovski, Pavese ve Celan’ın anılması, beni senin şairlik yıllarına geri götürdü. İlk soruda andığım ve sende kaçınılmaz olarak birbirlerini besleyen alanlar lehine şiirden vazgeçtin ve artık iki üç yılda bir roman yazıyorsun ve gitgide çoğalan öykülerin var. Gözlemim o ki şiir evini temelli terk edip roman ormanına dalmak, çok netameli. (Bu konudaki tutumumla ilgili yanlış anlamalara yol açmamak için diyeyim ki oya (şiir) gibi işlenmiş düzyazı, benim doğama daha uygun.) Çünkü şiirin dilini terk edebilmek çok zor. Bu terk edişin, sende çok rahat gerçekleştiği bir hakikat. Nazım olana ve nesir olana nasıl bakıyorsun? Örneğin, ben bir şairim ve ben de bir gün bir roman yazabilecek miyim?

 

Ş.Ö.: Sondan başlayalım, evet, elbette, yazabilirsin, yazmalısın. Bana göre yazma-yazmama meselesinden daha ivedi şeyler var. Shakespeare Sonnet 59’da diyor –senin çevirinle okuyorum– If there be nothing new, but that which is / Hath been before, how are our brains beguiled, (Heke çu tiştekî nû tunebe, hemû tişt hew / Wekî berê, nexwe mêjîyê me tê xapandin,)[3] yeni bir şeye gereksinimden ziyade (romanın bir gereksinimden çıktığını düşünmüyorum), yeni bir şeyi kurmaya seni heveslendiren saiklerin inandırıcılığı daha ağır basıyor. Bu ertelenecek bir şey değil, ertelendiğinde veyahut araya başka hayat pratikleri, başka deneyimler girdiğinde ve sen bütün bu girişlere istekli veyahut isteksiz izin/izinler verdiğinde, donma başlıyor, sen onun nereden başladığını bile bilmiyorsun. Kaskatı donmuş bir kütleyi kırmak bazen çok zor ve acı verici olabiliyor. “Bunca işin arasında bir de roman mı yazacağım?” diye bir cümle kurmuyorsun ki! Ben, içimdeki roman yazarına fısıldıyorum ilkin, sonra gece gündüz, ardından tüm gündelik hayatım, onu yazmaya ayarlanıyor ve bu kendiliğinden oluyor. Gerisi teferruat diyeceğim, ancak teferruatlar o denli önemli ki! Hiçbirini es geçemiyorsun. 9 Aralık 1978’deki oturumda Barthes yazı fantasması üzerine konuşuyor, biraz uzun bir alıntı olacak, ama yazmak zorundayım. Diyor ki Barthes; “Uzun süre Yazmayı-İsteme olgusunun kendisine dönük olarak var olduğunu sanmıştım: Yazmak, geçişsiz fiildir demiştim—şimdi bundan o kadar da emin değilim. Belki de, yazmayı-istemek= bir şey yazmayı istemek à Yazmayı-İstemek + Nesne. O zaman Yazı Fantasmaları söz konusu olacaktır: Bu deyim arzu gücü içinde ele alınmalı, yani cinsel fantasmalar ile eşit düzeyde algılanmalıdır.”[4] Böylesi bir giriş-bakış sizi fazlasıyla gerebilir, muhtemelen gerecektir, özellikle de şu cinsel fantasmalarla eşitlik meselesi, daha karmaşık bir ilişki beklerken üstelik… ama istemekten söz ediyoruz, düz, dümdüz, düpedüz bir şeyden… okun işaret ettiği şey işte… Simko da isteyen biri, yanlış-olan’ı istiyor ve ne güzel söylüyor Ahmet Kaya; “Bu yalnızlık benim, ilişmeyin,” ben bunu “Bu yanlışlık benim, ilişmeyin” diye okuyorum.

 

Bad’ın yolları bisikletle dolaşmak için güvenli midir?” diye soruyor Bala, Simko’ya, ama zaten, sorunun kendisi orada güvenli olmayan bir şeyin varlığını imliyor, bir yanıt alamıyor Simko’dan. Müthiş dizeleri var Celan’ın bu uzun suskunluklar için; “Ağız yüksekliğinde, hissedilir: / karanlık büyümesi.”[5] Buraya, bu dizeye gidiyor işte Simko’nun düşünceleri ve kuşkusuz, bunlar şairlik yıllarımın artçıları, hâlâ hissedebiliyorum. Sözden başka bir şey düşünemez olduğum o plastik zamanlarda (resim bölümü yılları) hayatı(mızı) ve yanlışları(mızı), şiirin sunduklarıyla yeniden düşünme imkânı bulabiliyordum ve yazarken (ama özellikle şiir yazarken), nasıl söylesem, içimdeki yangınla buzdan bir sarayın koridorlarında koşuyor olduğumu hayal ediyordum. O vakitler Cem Demir ve sonrasında Halil Altındere dışında şiirimle özel olarak ilgilenen pek kimse yoktu ve Halil, el yazmalarımı daktiloya geçirmem için fazla mesai yapmak zorunda kalıyordu. Şiirle ilgili görünmüyor olsa bile, konu benim şiirlerim olunca (ben ona şiirlerimi okurdum), Halil’in farklı bir ruh durumuna geçtiğini görüyordum. İlk üç kitabın yayınlanmasını sağlayan da oydu. Sonra işte, 2004’te Sözüm Haritadan Dışarı’yı[6] çıkardım. Şiirlerin tamamı olmasa bile, büyük bir bölümü, editörlüğünü Celal Soycan’ın yaptığı Islık dergisinde yayınlanmıştı vs. Kürtçe yazmaya başladığım sıralarda Diyarbakır’a yerleşmiştim artık. Seninle paylaşmak istediğim bir husus daha var affına sığınarak. Ben hayatımda bir kez Kürtçe bir şiir kaleme aldım (bunu sana okuyacak cesaretim yok gerçekten) ve bu ilk ve son şiirim, dönemin War dergisinde yayınlanmıştı. Başka yazılarım da (bir-iki çeviri ve bir de öyküm) çıktı adı geçen dergide. Yine dönemin olmazsa olmazı olarak mahlas kullanmıştım, senin oğlunla da adaştık: Siyabend Z. (Z, elbette Zelal’den geliyordu) ve ben dilimi öğrenmek konusunda çok inatçıydım.

 

K.N.: Romanına Spinoza hakkında Ulus Baker’den yaptığın bir alıntıyla başlıyorsun. Seni dikkatli okumaya çalışan bir okurun olarak, ve bir roman yazma fikrinin geçtiği yolların çok uzun ve meşakkatli olduğunu da bilerek, çok uzatmadan şöyle sormak istiyorum: Örtük de olsa, seni bu romanı yazmaya iten belli başlı hayati hadiseleri anlatmak ister misin? Ve bu soruya ek soru olarak, sana ait bir eseri Türkçede ilk kez okuyacaklar, Kürdistan’ın dört bir parçasında gezinen Spinoza’yı nasıl anlamalılar?

 

Ş.Ö.: Birincisi, demokratik bir toplumda yaşamıyorduk (ha, bunu herkes biliyordu), ikincisi, demokratik toplum fikrini ortaya atanların totaliter öykünmeciliği (şartlar gereği demeye dilim varmıyor) hayatı da, siyaseti de daha çekilmez kılıyordu. Üçüncüsü, Spinoza demokrat bir filozoftu. Ulus Baker ise, Hayatın Geometrisi’ni yazmıştı ve bu fazlasıyla zihin açıcıydı. Spinoza’yı Ulus Baker’siz okumak hataların en büyüğüydü. Bu vesileyle o girişi tekrar anmak isterim: “Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar –“korku”, “nefret”, ama aynı zamanda “umut”, “güven”, “imrenme”… Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, “umut” ve “güven” duygularına da başvurmak zorundadır. İşte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk “demokrat” filozof olmuştur.”[7] Evet, tam olarak buydu ve bu, o sıra okuduğum en iyi şeylerden birisiydi. Romanın bir günlüğe dönüşmesinin ve bunun Spinoza’nın günlüğü olmasının da, Baker’in “umut”, “güven” ve “imrenme” mefhumlarıyla yakından ilişkisi var. Kürdistan’da gezinen Spinoza, rahip ile despot arasında süregelen o kıyasıya savaşı sonlandırabilecek tek kişiydi benim nazarımda. Hayatın bir geometrisi vardı, vardı lâkin, Kürdistan’da daha çok fizik yasaları işliyordu. Bizlere ve çocuklarımıza (Yasin, Simko, Helbest, üçü de çocuk aslında) korkuyu ve nefreti aşılayan, ama asla umudu, güveni, imrenmeyi verebilecek cesareti ve kudreti olmayan, şiddeti ve baskıyı pedagojik (ve kültürel) düzeyde aktaran bir sistemin çarkları arasında hayat gibi, hayatı kurma gibi, hayatları birleştirme gibi şeylerin eter gibi dağıldığını okuyabiliyorsunuz. Barthes, anti-entelektüalizmin her zaman ırkçılıkla, faşizmle birlikte olduğunu söylerken, haklıdır. Bunlar, beni bu romanı yazmaya sevk etmiş olabilir mi? Hiç sanmıyorum… Örtük diyorsun ve haklısın, sanırım o örtüyü ben kaldırmayacağım. O darmadağın karakterlere kendimden bir şeyler katmak hoşuma giderdi, o karakterleri hiç tanımamış olmak da öyle. Belki sadece bunu söyleyebilirim. Lanet olasıcalar, ne çocukluk bıraktılar, ne gençlik! Hani güven!? Nerede!? Çocukluğuma ait bütün fotoğraflarımı alıp gitti zebaniler. Ne yapacaksınız onları? Ne yaptınız onlara!? Ne işinizi görecek tüm o anılar!? Ne dersin? Annemin Kürtçe savurduğu beddualar işe yaramış mıdır!?

Söyleşinin ikinci bölümü önümüzdeki günlerde sanatatak.com’da

 

Fotoğraflar: Naif BARAN


[1] Sözüm Haritadan Dışarı, şiir, Şener Özmen, Lîs Yayınları, Amed, 2004.

[2] bkz. gom bûn, sayfa: 708, Kürtçe-Türkçe Sözlük, Zana Farqînî, İstanbul Kürt Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1992.

[3] The Complete Sonnets Of William Shakespeare-Hemû Soneyên William Shakespeare, English&Kurdish, Amadekar&Werger: Kawa Nemir, Lîs, Amed, 2010.

[4] Romanın Hazırlanışı 1, Yaşamdan Yapıta, Roland Barthes, Collège de France Dersleri ve Seminerleri (1978-1979), Türkçesi: Mehmet Rifat-Sema Rifat, Sel Yayıncılık, 2005, s. 43.

[5] Neredeyse Yaşayacaktın, Paul Celan, Türkçesi: Oruç Aruoba, BFS, 1989, s. 69.

[6] Sözüm Haritadan Dışarı, şiir, Şener Özmen, Lîs Yayınları, Amed,  2004.

[7] http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=8,80,0,0,1,0

Daha fazla yazı yok
2024-05-08 05:01:06