A password will be e-mailed to you.

Yazarımız Çağla Gillis’in, 20 Nisan’a kadar Pera Müzesi’nde ziyaret edilebilecek olan ve kuzey ülkelerinden çağdaş cam sanatı örnekleri içeren, “Aurora” başlıklı sergiye dair izlenimleri… 

Pera Müzesi çok fena, çok sıra dışı bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Aurora! Sergiyle ilgili çıkacak manşetleri şimdiden görebiliyorum. Haber portallarının vazgeçemediği, neredeyse her haberde ekmeğini yediği özel manşeti söyleyeyim ben size: “Cam sanatını hiç böyle görmediniz!” Artık hiç merak uyandırmayan bu tarz başlıklara aldırmayın, koşa koşa bu sergiye gidin, harbiden çok farklı! Sergide Danimarka, Finlandiya, Norveç, İsveç ve İzlanda’dan dünyaca ünlü 25 sanatçının eserleri yer alacak. Yani anlayacağınız –yine klişe bir manşet olarak görebileceğimiz– “Pera’da uzun bir süre kuzey rüzgârları esecek.”

Ben de bu rüzgâra kapılmadan önce İsveç’ten İstanbul’a kadar eserlerini yerleştirmek için gelen sanatçı Åsa Jungnelius ile kadın kadına uzun bir süre sohbet ettim. Kendisi sıkı bir feminist ve kadınların belli stereotipilerin içine sokulmasından oldukça rahatsız. Bunu sohbetimizin başından sonuna kadar hep vurguladı ve “İnsanları kadın ve erkek diye ayırmayalım” diye bas bas bağırdı. Derdi bir kadın olarak benim de derdim. İlk görüşte kan çekmedi desem yalan olur yani. Eserleri de kendisi de beni kalpten vurdu.

 "Bir elimde ateş, bir elimde cam” deyip gözünü camdan ayırmadan eserler üreten, görmeye çok alışık olduğumuz klişe cam eserlerden eser yok! Camdan vajina, ruj, ayakkabı, parfüm şişesi ve penis var. Çağdaş cam sanatı bu oluyormuş demek ki.

Sergi salonuna gittiğimde eserler, Åsa’nın koordinatörlüğünde, işçilerin yardımıyla yerleştiriliyordu.  Salona penisi, vajinayı yerleştiren işçilerin ne düşündüğünü merak etmedim değil; ama konumuz bu değildi. Eserleri görünce önceden hazırladığım soruların hepsi anlamsız kalmıştı. Åsa’nın eserleri beni etkilemişti. Genelde birçok tabloda ve heykelde “Bu çizgide iktidar ve güç ilişkisi irdeleniyor! Bu renk aslında doğmamış bir çocuğu temsil ediyor” gibi alt metinlerde boğulduğumuz işlerden değil. Tabi bunu olumsuz bir şekilde eleştirmiyorum bu sadece bir seçim.

Åsa cinsiyet, güç, kapitalizm ve tüketimle ilgili vermek istediği etkiyi direkt veriyor; alacağı tepki de gecikmeyebilir. Bu nedenle eserlerini Türkiye’ye getirirken endişelenip endişelenmediğini sordum. O da ona böyle bir teklif geldiğinde çok şaşırdığını hatta gelene kadar birçok kez “Emin misiniz?” diye mail gönderdiğini söyledi, ama sonunda cesur ve bilge bir karar verdiğini düşünüyor. Ben de şimdiden ne gibi tepkiler alacak çok merak ediyorum.

Tüketim toplumunun estetiği üzerine odaklanan, bu durumu sorgulayan Åsa’nın eserlerinin hepsi cinsel çağrışımlar üzerine kurulu. Zincirler, kürkler, deriler… Kısaca kendini, olacağın kişi olmak için nasıl tükettiğini göstermeye çalışıyor, ama daha çok kadına ait olan objeleri göstererek. Ben de doğal olarak bütün bu fetişe dönüşen objelerin sebebini soruyorum: “Neden erkek değil de kadına ait objeleri sorguluyorsunuz, size göre kadın daha çok tüketen olduğu için mi? Öyleyse kadın neden çok tüketiyor kendini fallusa beğendirmek için mi?”

O da “feminen objeleri” kullandığını, ama bu objelerin feminen olduğunu düşünmediğini söylüyor. Yani bir erkek de topuklu ayakkabı giyebilir, ruj sürebilir. “Benim için önemli olan materyal, alan ve vücut arasındaki ilişki. Politika, insanlık, savaş ve çocuk yapmak; bütün her şey bunun etrafında gelişiyor. Ama feminist bir duruşum var. Kadın olarak doğdum, sembolik olarak bunun ne demek olduğunu anlamam ve toplum tarafından dayatılan kadın imgesiyle baş etmem gerek. Bize dayatılan bir algıyı özümseyerek yaşamlarımızı sürdürüyoruz ve bunu birçok kez yeniden üretiyoruz.” diyor.

Bir kadın ne yapar? Ruj sürer, küpe takar, topuklu ayakkabı ve vücuda oturan rahatsız deri kıyafetler giyer… Ama bunları erkek yaparsa, tüm bunlar –Jung’un deyimiyle– o erkeğin içindeki animayı gösterir. Sanatçımız da tam bu noktada bu objeler olmadan da yaşanabileceğini gösterirken, bu objelerin hayatımız içindeki yerini sorgulayarak paradigmaları zorluyor; insanları kadın erkek diye kategorize etmenin dışında bu kavramların kullanım sebebini arıyor.

Åsa, “Bir erkek düşmanlığım yok. Çok sevdiğim bir eşim var. Sadece garip erkek düşüncesiyle ilgiliyim. Neden aya gidiyorlar, neden savaşıyorlar, neden 300 metrelik bir gökdelen inşa ediyorlar?” diyor. Bu gibi soruları sorarken daha sonra kendini çağımızın en büyük fallik sembolü olan gökdelenlerde buluyor. Gelecek projesi de bununla alakalı. Sanatçı 11 Eylül’den sonra açılan büyük deliği görüyor ve bu çukurun bir gökdelen imgesinden çok daha güçlü olduğunu söylüyor. İşte o günde, boşluk ve kutup arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar yapmaya başlıyor. Åsa anlatırken, o çukur gözümün önünde gidip geldi. Bu çalışmaların ne zaman son bulup sergileneceği hakkında henüz bir bilgi yok, ama umuyorum onları yakından görebilme şansımız olur.

Eminim bu sergideki siyasallaştırılmış eserler; cinsiyet, kimlik, estetik, tat ve güçle ilgili objeler, herkesin kafasında deli sorulara dönüşecek ve o ampul yanacak! Kısacası herkesin görmesi gereken bir sergi; çünkü sosyal meselelere odaklanması sebebiyle kendine özgü bir iş ve üstüne üstlük bunu camla gösteriyor hem de gözümüze soka soka!

Daha fazla yazı yok
2024-05-05 00:05:58