A password will be e-mailed to you.

 

Atatürk Kültür Merkezi (AKM) o zamanki adıyla Kültür Merkezi ile tanışıklığım, henüz ilkokula devam ettiğim ve İstanbul’a yeni geldiğim yıllarda başladı. 1968 yılında küçük bir kasabadan İstanbul’a gelmiş bir çocuk için zaten büyüleyici olan bu şehir;  69 yılının sonlarında izleme şansı bulduğum Damdaki Kemancı müzikali ve gösterinin gerçekleştiği salon ile beni iyiden iyiye büyülemişti. Daha önce yaşadığım kasabada birkaç kez gittiğim tiyatro oyunlarına hiç benzemiyordu Damdaki Kemancı. Ne oyuncularıyla ne de oyunun oynandığı salonuyla. Hafta sonları film izlediğimiz, verilen arada ise belediye gazozu içerek ve simit yiyip eğlendiğimiz sinema salonunun dekore edilmesiydi benim için tiyatro salonu. İstanbul’da sadece tiyatro ya da müzikal için bu kadar büyük, bu kadar çok insanın seyirci olabildiği bir binayı içine girdikten sonra dakikalarca izlemiş, her ayrıntısını beynime nakşetmiştim. Ne kadar çok oyuncu vardı, ne kadar çok müzisyen sahnenin altındaydı ve o devasa sahne nasıl öyle dönüyordu? Bütün bunları meraklı bakışlarla anlamaya çalıştığım bu bina, daha sonraki yıllarda başka anılarla yaşamımda yer alacaktı. Ama ne olursa olsun benim için AKM hep, “Damdaki Kemancı” müzikali ve Cüneyt Gökçer’in o gür sesiyle söylediği “if I were a rich man” olarak kalacaktı.

İstanbul’a taşınınca Beyazıt Meydanı’ndan Kumkapı’ya doğru inen Mithatpaşa caddesinin üzerinde, meydandan caddeye girince soldan üçüncü apartmanda bir daire kiralamıştık. Caddenin başında ise Beyaz Saray denen içinde kitapçıların ve atölyelerin olduğu büyükçe bir han vardı.  Bulunduğumuz apartmanın caddeye bakan odasındaki cumbadan, İstanbul Üniversitesi Merkez Bina girişi ve önündeki meydan rahatlıkla görülebiliyordu. O zamanlar Mithatpaşa Caddesine açılan bütün sokaklardan İstanbul’un kimi semtlerine minibüsler kalkardı. Koca Mustafa Paşa, Samatya gibi semtlere de, büyütülmüş eski Amerikan arabalarıyla dolmuş seferleri yapılırdı. Bu durum caddeyi hareketli ve önemli kılıyordu.  Biga’da başladığım ilkokula, hemen Merkez Binanın yanında bulunan, bir arada yabancı diller okulu olarak kullanılan tarihi binada, Beyazıt İlkokulunda devam ediyordum.

İstanbul’a geldiğimiz tarih 1968. Üniversitelerde olayların olduğu, gösterilerin başladığı yıllardı. İlkokuluma Merkez Binanın içinden geçerek Süleymaniye’ye açılan kapıdan çıkıp ulaşırdım. Hem üniversitenin içindeki, hem de meydandaki birçok olaya tanıklık ettim. O caddeye bakan cumbalı odada, pencerenin yanındaki komedinin üzerinde dedemden kalma dürbün her zaman dururdu. Merceği merkez binanın girişine ayarlıydı ve evde olduğum sıralarda arada gider bakardım “bugün bir gösteri, olay var mı” diye. Eh o yaştaki biri için bütün olan bitenler heyecan verici ve maceralıydı. Düşünsenize, bütün gösteriler, polisle çatışmalar merkez binanın önünde, Beyazıt meydanında oluyor, hatta bizim caddenin içine kadar geliyorlar ve siz evde oturup bütün bu olup bitenleri izliyorsunuz. Evimizin karşısında Üniversite Kıraathanesi isminde çok büyük bir kahve vardı ve olaylara müdahale etmek için gelen, o dönem toplum polisi denen polisler orada oturur, çay içerlerdi. Geldikleri arabalar da yan sokaklara park ederdi. Arabaların sağı ve solu açık olduğu ve kasalarla dağıtım yaban meşrubat arabalarına benzedikleri için de “fruko” diye adlandırılırdı.

Beyoğlu ve Taksim benim için o yaşlarda tek başına gidilen bir yer değildi. Babam eski bir subay olduğu için Harbiye’deki orduevine aileyle birlikte gidilir, ya da alışverişe çıkılırdı. Ama Taksim’e çıkınca da meydanın bir yanında bütün heybetiyle duran kültür merkezi hemen dikkat çekerdi. O yıllarda yeni ve o kadar büyük yapı, İstanbul’da çok azdı. 1970 yılında elektrik kontağından çıktığı söylenen yangınla kullanılamaz hale geldiğinde çok üzülmüştüm. Ertesi gün bütün gazeteler 1. sayfalarından vermişlerdi yangın haberlerini. Ben; yanmış, yıkılmış, can derdiyle insanların ayakkabılarını, çantalarını bırakarak çıktıkları kültür merkezinin fotoğraflarına baksam da, aklımda hep Damdaki Kemancı müzikali ve Cüneyt Gökçer’in sahnedeki duruşu olacaktı.

Neredeyse 2 yıl sonra babamın ordudan arkadaşı Talat Turan’ın, içinde iki vapur ve kültür merkezinin de olduğu yangını gerçekleştirenlerden olduğu haberini duyacaktım. Konu evde konuşulmuş ama bu habere inanılmamıştı. Hem Beyazıt meydanında eylem yapan o gençlerin çoğu da cezaevindeydi! Kültür merkezinin yanmış halini gösteren fotoğraflar yeniden gazetelerin birinci sayfalarında boy boy yayınlanmış, konu gazetelerde ve radyoda haber olmuştu. O günlerde Taksim meydanının bir köşesinde yangından dolayı kullanılamaz hale gelmiş ve kanıksanmış kültür merkezini hatırlayıp bakanların sayısı çoğalmıştı.

1973 yılında artık Vefa Lisesi’nde okuyordum. O yılın yaz ayında Ecevit’in “ne ezilen ne ezen, eşit hakça bir düzen” sloganının peşine takılma vakti gelmişti. Taksim meydanında Ecevit’in yaptığı mitingde, hiç görmediğim bir kalabalık görecektim. Daha sonraları aynı meydanda göreceğim büyük kalabalıklara ise henüz zaman vardı. 1975 yılına gelindiğinde ailece Kuzguncuk’taki evinde ziyaret ettiğimiz arkadaşım Feza’nın babası Talat Turan, İstanbul sıkıyönetim komutanı Faik Türün’ün denetiminde Erenköy’de bulunan Ziverbey köşkünde kontgerilla tarafından işkenceyle sorgulanmış, daha sonra ise yargılandığı “bomba” davasından beraat etmişti. Bu arada adı AKM olarak değiştirilen kültür merkezi de yenileniyor ve yakında açılacağı söyleniyordu.

Beyoğlu ve Taksim artık sıkça gittiğim ve dolaştığım yerler arasındaydı. Arada, Beyoğlu sokaklarına ve Çiçek Pasajı’na takıldığımızda oluyordu. AKM’ de inşaat devam ediyor, bina aslına uygun olarak renove ediliyordu. O tarihlerde İstanbul’da kullanılabilen tek stat olan İnönü’de ki, Galatasaray maçlarını izliyor sonrasında Gümüşsuyu’ndan Taksim’e çıkıp, AKM’nin önünden istiklal caddesine geçiyor ve Ömer Hayâm’dan troleybüse binip Beyazıt’ta ki evimize gidiyordum.  Genellikle İngiliz konsolosluğunun oraya geldiğinde, Tarlabaşı’ nın en dar yerinde troleybüsün “sopaları” çıkıyor, troleybüs şoförü havada oraya buraya ağır hareketlerle savrulan sopaları troleybüsün arkasındaki makaraya sarılı iplerinden tutarak söylene söylene yerlerine yerleştiriyordu.

Yıl 76’ya geldiğinde çoktan devrimci olmuş, duvarlara afiş, pul yapıştırıyor, yazılamaya çıkıyordum. Taksim meydanında ilk kez yasal olarak DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) öncülüğünde kutlanacak 1 Mayıs gösterisine katılacaktım. Beşiktaş’tan katıldığım yürüyüş kolu epey bir zaman sonra Taksim meydanına ulaştığında, AKM’nin yarım cephesini kaplayan bir eli zincirli, diğer elinde kızıl bayrak tutan işçi figürünü görecektim. Çok coşkulu ve yığınsal bir gösteri olmuştu 1 Mayıs gösterisi.

Yenilenmiş halini de sevmiştim AKM’nin. Birkaç kez tiyatro izlemeye gitmiş, çıkınca da arkadaşlarla Çiçek pasajında bira içmiştik. Bir yıl sonraki 1 Mayıs kutlamaları siyasetin ısındığı yıllara denk gelecekti. Bölünmüş solun rekabeti, 1 Mayıs gösterilerine de yansımıştı. Bir grup, alandaki “revizyonist zinciri” kırmaktan, diğer grup da “Maocu Bozkurtları” alana almamaktan bahsederken, kontrgerilla da bunu fırsat bilip, uzun yıllar alana solcular girmesin, 1 Mayıs kutlamaları da olmasın diye plan yapıyordu. Daha sonra 12 Eylül askeri darbesinin başı Kenan Evren’in “kadayıfın altının kızarmasını bekledik” diye pişkinlikle anlattığı katliam ve suikastler zincirinin ilk halkalarından olan 77 1 Mayıs katliamı, işte bu koşullarda geldi.

Saraçhane’de toplanarak büyük bir kortejle, alana en son giren gruptuk. Arkamızdan gelenler “davet” edilmemişlerdi. Diğerlerinin de onlara “yasak” koyma hakkı yoktu! Biz alana girdik ve hemen arkamızdan arbede yaşandı. Hazırlığını yapmış kontrgerilla sahne alabilirdi artık! Kortejimiz alana girdiğinde hızla o zaman ki adı Intercontinental olan The Marmara’nın önüne gelmiştim. Tam nasıl oldu hatırlamıyorum bir küme arkadaşla kendimi AKM’nin önünde bulmuştum. Hala silah sesleri ve patlama sesleri devam ediyordu. O korunaksız yerde “AKM’ye girelim” dedi birisi. Ama nasıl girecektik? Bütün kapılar kapalıydı! Cam kapıları kıralım dedik. Yerlerdeki kalın pankart sopalarıyla vurduğumuz camlar kırılmadı bir türlü. O cam kapılarından geçerek içeriye girdiğim AKM’nin kapılarını kırmaya çalışacağımı hiç düşünmemiştim… Zaten bir süre sonra bunun iyi bir fikir olmadığını, AKM’ye girmek yerine Dolmabahçe’ye yürümenin daha iyi olacağını düşündük. Gün bittiğinde 34 kişi yaşamını yitirecekti. Art arda patlayan bombaların sesi, kurşun seslerine karışmış, sadece Kazancı yokuşunda 29 kişi hayatını kaybetmişti.  Bizim liseli Jale ezilenlerin arasındaydı. Göztepe Kültür Derneğinin en güzeli Jale yoktu artık!

Bir yıl sonra Karaköy’deki toplanma yerinden Dolmabahçe ve Gümüşsuyu’nu geçerek alana girecektik. Sağımızda kalan AKM’nin yine yarım cephesinde artık gelenekselleşmiş o resim asılıydı. Hemen her kortejde bir yıl önceki kutlamada yitirdiğimiz arkadaşların resimleri taşınıyordu.

Sıkıyönetim yıllarıydı, aranıyorduk. Kaç defa AKM’nin sağ ya da sol köşesinde randevularda buluşmuştum hatırlamıyorum! 12 Eylül askeri darbesi ülkenin üzerine bir kâbus gibi çökerken 82 yılında İstanbul’da yakalandım. Cezaevinde kaldığım altı yıl boyunca AKM’yi, okuyabildiğimiz gazetelerde yayınlanan kimi fotoğraflarında görecektim. 1988 yılında cezaevinden çıktıktan sonraki yıllar içinde birkaç defa daha gittim AKM’ye, biraz yorgun ve eskimişti ama hala ihtişamlıydı.

Sonra geçen yıllar boyunca kâh izinli, kâh izinsiz gösteriler; 1 Mayıs kutlamaları yine o meydanda olurken AKM’nin ön cephesine o bildik resmin asıldığı da oldu, önüne kürsü kurulduğu da. O bina hep orada duracak gibiydi sanki, sonsuza kadar! 2013 yılında kaderinin ne olacağını beklerken yine ön cephesine asılan onlarca pankartla belki de son kez bize fotoğraf verdi. Ülke siyasal tarihinde “gezi olayları” diye bilinen, milyonlarca insanın katıldığı ve yeni toplumsal muhalefet dinamiklerinin gezi parkında kendisini sergilediği o günlerde, AKM tarihe geçen o fotoğrafıyla belki de gelenekle, yeniyi birleştiren bir rol oynadı. Gezi parkının içinde kurulmuş çadırlarda ve o çadırların önündeki bostanlarda ekilenler filizlenirken, AKM’nin ön cephesine asılan pankartlar geçmişin mücadele tarihini anlatıyordu. Şimdi ise iş makinalarının gürültüsü altında her gün parçası eksilir ve yok olurken benim hafızamda hala damdaki kemancı müzikali var…

Daha fazla yazı yok
2024-05-09 00:31:21