A password will be e-mailed to you.

Sinem Dişli’nin 10 Ekim-14 Kasım tarihleri arasında Empire Project’de gerçekleştirdiği Currents sergisi üzerine:

"Urfa’nın ‘taşında toprağında’ yaşamaya devam eden başka türlü bir uygarlığın ve dünya görüşünün izleri ay ışığının esrikliği altında sunuluyor. Bu esriklik de klasik doğu-batı, evrensel-yerel çatışması üzerinden giden bir sosyolojinin yerini, bir ayin halinin almasını sağlıyor."

Kapitalizm denilen illetin dünyayı tektipleştirdiğini biliyoruz. Kapitalizmin ardında yatan sanayi devrimi ve sanayi devriminin de ideolojik altyapısını oluşturan ‘aydınlanma’ görüşü de bir tektipleşmeyi öngörüyordu, bunu da biliyoruz. Aydınlanma dünyayı çeşitli masallar, mitler (‘hurafeler’) ve adetlerden kurtaracak, dünyada aklı ve bilimi hakim kılacak ve böylece de eski çağların irrasyonel karanlığının yerini rasyonelin hakim olduğu güneşli günler alacaktı. Sanayi devrimi de insanın doğa üstündeki hakimiyetini arttırarak bu evrensel ‘aydınlanma’ yürüyüşünün motoru olacaktı. Özetle, akılcılık, sanayideki ilerleme ve serbest piyasa, dünyayı bir ütopyaya çevirecekti. Ama öyle olmadı, hepimiz biliyoruz. Marx’tan Adorno’ya kadar aydınlanma ve kapitalizm karşıtı düşünürler, bu şekilde dünyanın tektipleştiğine ve aslında dünyanın ‘büyüsünün kaçtığına’ dikkat çektiler. Masalların ve mitlerin yerini alan ‘akıl’ kendi hegemonyasını kurarken, insanları hem hikâyenin gücünden, hem hakiki bir hayattan (yabancılaşma denilen şey), hem yerel olandan, hem de doğadan kopardı. Burada kabaca özetlediğin ‘modernizm sıkıntıları’ en azından yirminci yüzyılın başından bu yana yazarların ve sanatçıların da odağı haline geldi. Birçok yaratıcı şahsiyet ‘dünyanın başka türlü olduğuna ve halen de olabileceğine’ işaret eden işler ürettiler. Bu işler, eserler, kitaplar bir bakıma Benjamin’in ‘devrimci nostalji’ dediği şeyi sürdürüyorlar. Dünyanın daha iyi, daha çeşitli ve daha büyülü bir yer olabileceğini ima eden, evrensel bilgiden çok yerel bilgeliğe önem veren bir hatırlama şekli bu.

Sinem Dişli son kişisel sergisi ‘Cereyan’da bu olumlu ve poetik-politik nostaljinin bir örneğini sunuyor. Kişisel geçmişi Urfa’dan New York’a uzanan Sinem, bu sergi aracılığıyla rotayı tersine kat edip, Urfa’ya bir hafıza yolculuğuna çıkıyor. Batı’dan Doğu’ya doğru yapılan yolculuklardaki ‘oryantalizm’ tuzağına düşmeden, yereli olanı da romantikleştirmeden, büyü ve duygudan yana durarak başka türlü bir dünyaya işaret ediyor. Urfa’da yaklaşık dört yıl boyunca yapılan çalışmaların sonucu olan bu sergi küratörü Wendy Shaw’un da dediği gibi, bir ‘ay mantığını’ izliyor.

Aya, yani duyusal, döngüsel ve hafiften ‘karanlık’ olana yaslanan bir bakış, akıl, mantık ve ‘aydınlanma’yla özdeşleşen ‘güneş’in yerini alıyor. Urfa’nın ‘taşında toprağında’ yaşamaya devam eden başka türlü bir uygarlığın ve dünya görüşünün izleri ay ışığının esrikliği altında sunuluyor. Bu esriklik de klasik doğu-batı, evrensel-yerel çatışması üzerinden giden bir sosyolojinin yerini, bir ayin halinin almasını sağlıyor. Kutsal’ı ve büyüyü yeniden canlandıran bir ayin.

‘Kutsal Tepe’ adlı fotoğrafın ay ışığı altında pozlanmış olması rastlantı değil. Zira o kutsal tepe, vakti zamanında, Ay tanrıçası Sin’e tapanların mekanıymış; Sogmatar. Bu büyüleyici fotoğraf bakanı o zamanlara geri ışınlayıp, primordial bir ürperti yaratacak kadar güçlü. Fotoğrafın turistik bir merak veya antropolojik analitik bir gözle değil, o kadim zamanların ruhunu ürkütmemeye çalışan içeriden bir bakışla, görülen şeyle hemhal olunarak çekildiğini hissetmek mümkün, zaten gücünü de buradan alıyor. Fotoğrafı çeken kişi başka türlü bir dünyaya ‘tanık’ olmakla kalmıyor, o dünyanın fotoğrafı çeken kişiyi dönüştürmesine de izin veriyor. Yani, görülen şey mesafeli bir manzaraya değil, bir oluş haline dönüşüyor. Sergideki ‘Yedi Seyyare Yıldız’ adlı işte bu ‘oluş hali’ malzemeyi ve yöntemi de belirlemiş.

Sogmatar’daki gök cisimlerini temsil eden (Ay, Güneş, Merkür vesaire) yedi tepeye adanan bu iş, bu gök cisimlerinin kumaş üzerine yapılan baskılarından oluşuyor. Baskıların ayırt edici özelliği de şu: “Bu imajlar Sogmatar kuyularından çıkardığım kutsal sularla gece boyunca kutsal tepede ay ışığında bezler üzerine pozlanarak yaratıldı.” Yani burada sadece bir fotoğraf çekme eylemi değil, bir nevi kadim zaman ayinlerini yeniden canlandırma girişimi söz konusu. Bir şeyden bahsetmektense, o şey olmak ve o şeyi yeniden yapmayı tercih eden bu yöntem de sergiye bir ‘simyacı dokunuşu’ kazandırıyor. Böylece rasyonel insanı o geçmişsiz ve yabancılaşmış tahtından indirip, onun yerine yeryüzü ve tarihle bağlantı halinde olan ‘büyü insanı’nı sahneye çıkarıyor. Böyle bir ‘büyüye’ dönüş hali, ‘Yeniden Ziyaret’ adlı çok kanallı video yerleştirmesinde de var. Sinem bu video görüntüleri için eskiden mağaralarda yaşayan ve sonradan zorla modern apartmanlara transfer edilen insanlardan mağaraları tekrar ziyaret edip, mağaralarda kendi etraflarında dönmesini istemiş.

Bu ‘dönme’ hali tabii ki bir ayini çağrıştırıyor. Ayine ve büyüye hiç itibar etmeyen bir çağda geçici bir soluklanma gibi. Bu soluklanma ve başka bir duruma geçme hali, hem o videolarda ‘rol alanlar’ hem de onları izleyenler için geçerli.

Sergide bence çok kuvvetli olan bir iş daha var; ‘Başkalaşım: Babil.’

Sinem bu dört kanallı video işinde bu sefer geçmişi değil, şimdiyi gösteriyor. Bir tepenin aynı noktadan farklı zamanlarda durağan bir kamerayla çekilişini gösteren (ve biraz da Shirin Neshat’ın işlerini hatırlatan) bu yerleştirme, sergiyi ziyaret edenlerin dört görüntü arasında ‘dönmesini’ ve bir nevi ayine katılmasını sağlıyor. Yarattığı etkiyle de olağan bir tepe görüntüsünde gizli olan ‘sublime’ yanı ortaya çıkarıyor. Yani aslında, büyünün ve yüce hissiyatların sadece geçmiş kalıntılarında değil, etrafta, doğada halen var olduğunu hatırlatıyor ve tecrübe ettiriyor. Ama her şey bu kadar iç açıcı değil.

Sergideki ‘Sınırın Eşiğinde’ adlı heykelde suda boğulmak üzere olan ve zar zor nefes alan bir kadın görüyoruz. Bunu Fırat’ın sularında boğulmak diye okumak mümkün olsa da, ben aslında geleneğin barındırdığı muhafazakar ve feodal baskılara karşı bir uyarı olarak okuyorum. Zaten geçmişe, yerele ve geleneksele duyulan nostaljinin temel çelişkisi de bu; insanı yabancılaşmadan koruyan o ‘büyülü ve yerel’ bağlar aynı zamanda insan özgürlüğünü kısıtlayan, bilhassa ataerkil bir toplumsal yapının taşıyıcısı da olabiliyor.

Modernizm eleştirilerinde sıkça kullanılan “katı olan her şey buharlaşıyor” lafı da bu yüzden hem bir yakınma hem de bir kurtulma ünlemi içeriyor. Yerel ve arkaik olana dair siyasi ve sosyolojik analizler bir yana, sergideki işler ay mantığıyla ve poetik bir yaklaşımla kayıp zamanları ve dünyanın büyüsünü tekrar hatırlatıyor. Sırf bunun için bile görmeye değerdi.

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-09 19:53:28