A password will be e-mailed to you.

Bu yıl Venedik Bienali küratörü Okwui Enwezor’ün kaleminden bir Dünya değerlendirmesi. 

 

Çeviri: Mehmet Ratip.      

Hardt ve Negri’ye göre, İmparatorluk —bütün diğer ekonomik ve politik biçimlerin üzerinde yükselen bu Leviathan’a verdikleri ad— egemenlik fikrini radikal bir biçimde yeniden gözden geçiren görece müşfik bir diktatörlüktü. […] Hardt ve Negri, Viyana’da projenin ilk tartışması olan “Gerçekleşmemiş Demokrasi”ye katılacaklardı. 

Dünya, envaiçeşit diktatörlükle, yani yalnızca kendi koyduğu kurallara karşı mesul olan, aşırı siyasal ve toplumsal şiddet yapılarıyla bir birlik oluşturan egemen varlıklarla dolu. Ne var ki, en korkutucu diktatörlük, boyutları artık ulus-devletin eski sınırlarıyla sınırlandırılamayan, bunun yerine, boyutları küreselleşmenin membasını oluşturduğu küresel kapitalizm tarafından düzenlenen, teritoryal sınırları daha önce tarihte eşi rastlanmamış bir biçimde aşan ve içeren bir diktatörlük. 2000 yılında, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin kitabı İmparatorluk, bu yeni yersiz-yurtsuzlaştırılmış hâkimiyet ve egemen iktidar türünün ilk kapsamlı analizini sundu; yazarların amacı tam olarak bu diktatörlüğün maskesini düşürmek ve belirgin özelliklerini yeni bir binyıl için ifşa etmekti. Yine de, yirmi birinci yüzyılın başında —son küresel imparatorluk Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte kargaşalı yirminci yüzyılın fiilen sona ermesiyle— ortaya çıkan İmparatorluk, bir durum değerlendirmesi yapma, sonuç üzerine düşünme hâletiruhiyesi ve hissiyle doluydu.

Hardt ve Negri’ye göre, İmparatorluk —bütün diğer ekonomik ve politik biçimlerin üzerinde yükselen bu Leviathan’a artoverdikleri ad— egemenlik fikrini radikal bir biçimde yeniden gözden geçiren görece müşfik bir diktatörlüktü. Sovyet imparatorluğunun çöküşü, merkezî iktidarı ve dehşet veren sömürgeci mekanizmalarıyla düzenli olarak tabi ülkelere karşı salıverilen eski moda Avrupa emperyalizminin pekâlâ sonu olabilirdi, diyordu yazarlar. Ve bu çöküşün ilan edilmesinin hemen ardından, emperyalizmin yerini, uzak diyarlara ulaşma (ve daha kuşatıcı olma) hırsıyla şahlanan bir “Yeni Dünya Düzeni” aldı; ki bu Yeni Dünya Düzeni, küreselleşmeyle olan bağlantısı sayesinde, biçimsizliği çağdaş yaşamın engin sahaları üzerinde total üstünlük ve hâkimiyet kurma kapasitesiyle tamı tamına orantılı olan devasa bir egemenliğe yol açtı. Bu egemenlik, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye ve serbest piyasa kapitalizmine dayalı bir tüzel soyutlamaydı; merkezinde, vasıflarıyla her zaman her yerde hazır bulunan sermayenin otoriter çarkı dönmekteydi. Aslında, Hardt ve Negri’nin de —küreselleşmeye dair yaygın coşkuyu bastırma niyetiyle— belirttikleri gibi, bu egemenlik, “içinde ekonomik, siyasal, ve kültürel olanın giderek daha çok örtüştükleri ve birbirlerini donattıkları” grotesk bir devdi.1

Zarif, manifestovari nesir patlamalarıyla, ikili, bu tür yanardöner sistemlerin modern öznellikler ve toplumsal oluşumlardaki değişimler üzerindeki etkisini betimlediler: 

Emperyalizmin tersine, İmparatorluk yeri yurdu belli bir iktidar merkezi kurmaz ve sabit sınırlar veya bariyerlere dayanmaz. İmparatorluk, açık ve genişleyen sınırları içerisine tedricen bütün dünyayı dahil eden merkezsizleşmiş ve yersiz-yurtsuzlaşmış bir yönetim aygıtıdır. İmparatorluk, değişken komuta şebekeleri aracılığıyla melez kimlikleri, esnek hiyerarşileri, ve çoğulcu mübadeleleri yönetir.2

Bu tarz bir düşüncenin çağdaş sanat pratikleri üzerindeki etkisini, Hardt ve Negri’nin detaylandırdıkları hipotez ile belli başlı sanat eserleri arasında doğrudan bir bağıntı kurarak nicelemek oldukça zor. Gelgelelim, içinde yaşadığımız on yılın ilk yıllarında oluşan sanat kolektiflerinin sayısındaki ani artışı göz önünde bulundurursak, birçok karşı-pratiğin yazarların kuramlaştırmalarının izlerini taşıdığı aşikâr. Kanımca, Sam Durant, Thomas Hirschhorn, Alfredo Jaar, Multiplicity, ve Raqs Medya Kolektifi gibi birbirlerinden hem eleştirel duruşlarıyla hem de kavramsal siyasal eğilimleriyle farklılaşan sanatçıların çabalarına bakılırsa, görülecektir ki o günlerde hepsi de İmparatorluk’ta sunulan kapsayıcı küreselleşme eleştirisine sempati duymaktaydılar.

Örneğin, Hirschhorn’un 1990’ların sonlarında ve daha sonrasında gerçekleştirdiği projeler —Flugplatz Welt/Dünya Havaalanı, 1999; Spinoza Anıtı (Amsterdam), 1999; Deleuze Anıtı (Avignon, Fransa), 2000; Bataille Anıtı (Kassel), 2002; ve 24H Foucault (Palais de Tokyo, Paris), 2004— Hardt ve Negri’nin yazılarında titizlikle ortaya koydukları eleştiriye örnek teşkil etmekteler. İlk kez 1999’da Venedik Bienali’nde, daha sonra aynı yıl içerisinde Chicago’daki Rönesans Topluluğu’nda sergilenen büyük enstalasyon çalışması Flugplatz Welt (Dünya Havaalanı) bu anlamda klasik bir Hirschhorn eseridir: sanatçının yönteminin hakiki bir parçalanış estetiğine işaret eder gibi olması bir yana, kasten düzensiz ve estetikten yoksun bırakılmış bir biçimde, koli bandıyla bir arada tutulan atomize edilmiş bir imgeler, kitaplar, ve nesneler alanı. Diğer taraftan, Hirschhorn’un anıtları, kontrolden çıkmış iktidarın ve onun yönetişim sistemlerinin bataklığından kurtulmanın yolunu analitik düşünce aracılığıyla tahayyül etme potansiyelini tasarlayarak Dünya Havaalanı’na ölçülü bir alternatif sunar. Kendisinin de belirttiği gibi:

“Eserlerimin insanları öncelikle sanata dair değil, başka işlerle ve yaşam deneyimleriyle ilgili şeylere dair düşünmeye itmesini istiyorum.”3

Her bir anıtının, keskin analiziyle Hardt ve Negri’nin çalışmasına şekil vermiş bir filozofa adanmış olması, Hirschhorn’un yukarıda açık seçik belirttiği tarihsel sentez hedefini ve kendisi ile İmparatorluk’un yazarları arasındaki belirgin felsefi akrabalığı açığa çıkarmaktadır.

Diğer sanatçılar arasından Raqs Medya Kolektifi de belli bir tartışmayı üstlenmiştir, çünkü eserleri, uğraşı herhangi bir estetik rejime yönelmiş olmaktan ziyade, bir etik angajman poiesis’i başlatmaya yönelik olan sanatçı-entelektüel figürü üzerinden benzer düşünsel yaklaşımlar doğurur. Grubun analitik mimarisi, olağan ve basmakalıp olanı, onun yönetimini, ve onun otorite tarafından gözetlenmesini sağlayan araçları inceleyen araştırma, yazı, küratörlük, editörlük, fotoğrafçılık, ve belgeselcilik süreçleri üzerine inşa edilmiş bulunuyor. Sanat, böylece, söylemsel olana, avam ya da ortak/müşterek olanın toplanmasına yönelmiş oluyor. Örneğin, Raqs, Kuzey Delhi’deki Gelişmekte Olan Toplumlara Dair Çalışmalar Merkezi’nde konuşlanmış bir medya araştırma/eylem inisiyatifi olan Sarai ile birlikte, serbest dolaşım ve erişim meseleleriyle uğraşan, küresel müşterekler mefhumu etrafında yaklaşımlar geliştiren, her düşüncenin (copyright duvarları sayesinde) bir meta statüsüne indirgenmesini önleyecek bir paylaşım rejimini savunan bir açık kaynak fikrine dair birtakım acil soruşturmalar düzenlemişti. (Esasında, bu argüman Hardt ve Negri’nin yeni kitaplarında da öne çıkıyor.)

İmparatorluk, küratörlük pratikleri bağlamında da, merakla okundu. Sonuçları açısından olmasa da, karşı-İmparatorluk biçimlerinin güçlü savunusu kapsamında hevesle incelendi. Bu tür bir küratörlük pozisyonuna örnek teşkil eden çarpıcı bir oluşum, 2003 yılındaki Beşinci Venedik Bienali’nin küratörü Francesco Bonami’nin tek bir büyük gösteri yerine, bir grup değişik sergiyi bir araya getirme kararında gözlemlenebilir. Ayrıca, İmparatorluk’un benim kendi çalışmam üzerinde de özel bir etkisi olduğunu söylemeliyim: 25 Ekim 1998’de, ihtimal dahilinde olmayan, yine de beni çok heyecanlandıran o haberi aldığımda ve Documenta 11’in sanat yönetmeni olarak görevlendirildiğimi öğrendiğimde, bu, benim için, yeni olanın beklentisi karşısında, —ulus-devletin kemikleşmiş yapılarıyla birlikte— büyük, ihtişamlı sergilere özgü bir şeyin de öldüğünün işaretiydi. O zamanlar Documenta kültürel kontrolün emperyal rejimlerinin merkez üslerinden biriydi; Hardt ve Negri’nin cazibesine kapıldığı melez kimlikler, esnek hiyerarşiler ve çoğulcu mübadelelere karşı çok az tahammül gösterebilen (eski müze kurumu devresiyle birlikte) bir tür kültürel egemenlik teşkil ediyordu. Dışlayıcı siyasetten ve uzun süredir, uluslararası modernizm ekseninde, uyumsuz kuralları itaatkâr bir bağlılığa zorlayan estetik yargıların yaşlı pençelerinden hoşnut olan bir sisteme aitti. Ama, yine de, Documenta jüri üyeleri, ciddi küratörlük projelerinin, çağdaş sanat pratiklerinin (piyasa endeksli üretimin örgütlü tekdüzeliğinin ötesinde) merkezsizleşmiş, yersiz-yurtsuzlaşmış, aykırı mantıklarını dikkate alma zorunluluğuna odaklanan önerimi kabul ediyorlardı. Bu Documenta, başka yerlerle, henüz-bitmemiş-olanla, henüz-belirmemiş-olanla uğraşmak maksadıyla geleneksel konumunun ötesine uzanarak birden fazla kültürel faaliyet alanında çalışacaktı. Meslektaşlarım Carlos Basualdo, Ute Meta Bauer, Susanne Ghez, Sarat Maharaj, Mark Nash, ve Octavio Zaya’yla birlikte daha sonra tasarlayacağımız üzere, bu Documenta, yalnızca sergi çerçevesinin zamansallığını genişletmekle yetinmeyecek, aynı zamanda, Kassel’e ek olarak, Berlin’de, Lagos’ta, Yeni Delhi’de, Saint Lucia’da, ve Viyana’da sunacağı sempozyumlarla kısıtlı uzamsal ve kültürel bağlamını da aşmaya yönelecekti. Elbette bu fikirler henüz İmparatorluk yayımlanmadan önce şekil alıyordu, ama kitabın analizi hemen ilgi ve yankı uyandıracaktı. Hatta, Hardt ve Negri Viyana’da projenin ilk tartışması olan “Gerçekleşmemiş Demokrasi”ye katılacaklardı. (Ne yazık ki, Negri İtalyan devleti tarafından mahkûm edildiğinden —ne var ki, uydu bağlantısıyla katılımına izin verilmişti— yalnızca Hardt aramızda olabilecekti.)

Geriye dönüp (2002’de son şeklini alan) yersiz-yurtsuzlaşmış Documenta fikrine baktığımda, İmparatorluk’un eleştirel keskinliğinin düşüncelerimize ne denli derinden nüfuz ettiğini daha net görebiliyorum. Bu sebepten ötürü, bu kitabın ortaya çıktığı bağlamı daha yakından incelemek gerektiğini yeniden vurgulamak istiyorum. Hâlihazırda, 1980’lerin çok-kültürlü savaşları, eski egemenliklerin hiçbir meydan okumayla karşılaşmadan sürüp gitmeyeceklerini aşikâr kılmıştı. Birleşik Devletler’in (düzenlemeye tabi olmayan küreselleşmeyle ilişkili olan) tek taraflı iktidarına karşı direniş de, Seattle’dan Prag’a ve Cenova’ya uzanan sokak muharebeleriyle, patlamak üzere olduğunu belli etmişti; bunun yanı sıra, eski sömürge topraklarında filizlenen yerli hareketler inkâr edilen haklarını talep ediyorlar; sanat alanında ise, karşı-topluluklar kurumsuzlaşmış sergi modelleriyle birlikte yükselişe geçiyorlardı. Kitap, (daha önce Batı’da, Asya’da, Afrika’da, ve Latin Amerika’da farklı anlamlara sahip olan küreselleşme yerine) özenle formüle edilmiş sentetik bir küreselleşme görüşü sunarak, dekolonizasyon hareketlerinde ve savaş sonrası dünyanın kurtuluş savaşlarında sergilenen modernite yaralarıyla soğukkanlı bir biçimde hesaplaştı ve yeni dönemin isyanları için makul bir argüman geliştirdi. 

Eğer, yaklaşık on yıl önce, İmparatorluk’un tahayyül ettiği küresel alan küresel bir egemenliğe karşı direniş için eleştirel bir ideal sunduysa, o zamandan beri gerçekleşen Irak ve Afganistan savaşları, iktidarın öfkeli ve sınır tanımayan kötüye kullanımı, işkence, ekolojik felaket, toplumsal eşitsizlik, ve ekonomik yıkım da kültür üzerinde zalim izler bıraktılar ve çokluğun pozisyonunun yeniden değerlendirilmesini gerekli kıldılar. Dolayısıyla, Ortakvarlık’ın [Commonwealth]† günümüz koşullarına dair melankolik tonu, bir bakıma, beklenmedik ve şaşırtıcı bir ton. Fakat, birçok bakımdan da, bu tondaki pragmatizm, günün ABD başkanının ve onun yönetiminin siyasetini fazlasıyla andıran bir biçimde, stratejik bir görünüme de sahip. Sanat cephesinde, kısmen şoktan, kısmen yanlış tanınmadan doğan bir huzursuzluk olduğuna şüphe yok. Ben, bu fetret devrinin, bu ertelenmiş tepki anının, yakında sanat pratiklerine yönelik radikal şüphe biçimleri doğurabilecek bir üretim alanı barındırdığını hissediyorum.

Hardt ve Negri’nin düşüncesinin çağdaş sanat pratikleri üzerindeki etkisini, yazarların detaylandırdıkları hipotez ile belli başlı sanat eserleri arasında doğrudan bir bağıntı kurarak nicelemek oldukça zor. Gelgelelim, içinde yaşadığımız on yılın ilk yıllarında gerçekleşen sanat kolektiflerinin sayısındaki ani artışı göz önünde bulundurursak, birçok karşı-pratiğin yazarların kuramlaştırmalarının izlerini taşıdığı aşikâr. 

Bu yazı Artforum dergisinin Ekim 2009 tarihli yazısında yayımlanmıştır. 

 

Kaynakça

1. Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire (İmparatorluk) (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), xiii.

2. A.g.e., xii.

3. Okwui Enwezor ve Thomas Hirschhorn, “Söyleşi”, James Rondeau ve Susanne Ghez (der.) içerisinde, Thomas Hirschhorn sergi kataloğu (Chicago: Art Institute of Chicago, 2000), 34.

 

 

Yazar hakkında

Okwui Enwezor, New York’ta yaşayan bir küratör ve eleştirmendir. 

 

Çevirenin notu

 


 Hardt ve Negri’nin son çalışmasının ismi olan Commonwealth’i Ortakvarlık olarak çevirmemiz, yazarların okura sunmak istediği ikili anlamı gözden kaçırmamıza sebep olmamalıdır. Hardt ve Negri, ilk olarak, açık bir şekilde “commonwealth” kavramını oluşturan iki kelimeden (common/ortak ve wealth/zenginlik) hareketle, kendilerinin de belirttiği gibi, “Avrupa’nın klasik politik metinlerinde sıklıkla bütün insanlığa miras bırakılan, herkes tarafından paylaşılacak olan maddi dünyanın —hava, su, toprağın meyveleri, ve doğanın bütün armağanları— ortak zenginliği”ni, müşterekleri, ortak malları, umûmî kaynakları nitelemeyi amaçlamaktadırlar. Buna ek olarak, bu kez kavramı oluşturan iki kelimeyi birbirinden ayırmadan, yine Avrupa’nın klasik metinlerinde yeni bir yönetim biçimine işaret eden ve özellikle 17. yüzyıl İngiltere’sinde ortaya çıkan tarihsel olarak özgül biçimi düşünüldüğünde Türkçede en yakın karşılığı “cumhuriyet” olan “commonwealth”i, Hardt ve Negri’nin özel ile kamusal mülkiyetin (kapitalist ve sosyalist alternatiflerin ortak olanı sömürmesinin) tahakkümünü tanımlamak için “mülkiyet cumhuriyeti” diye adlandırdıkları hâkimiyet biçimini aşan, deviren, dönüştüren bir ortak zenginlik cumhuriyeti, bir müşterekler komünizmi, bir “ortakvarlık” olarak düşünmek de gerekmektedir. İmparatorluk çağındaki yeni öznellik üretiminin açığa çıkardığı lisanların, simgelerin, duyguların, iletişimin, bilginin, enformasyonun, kodların, jestlerin çokluk tarafından müşterek yaratılması ve sahiplenilmesi, ortak olanın kurtuluşunu ve buna tekabül eden yeni özgürlükçü ve eşitlikçi yönetim biçimlerini beraberinde getirecektir. Ortakvarlık kavramı, hem bu ortak zenginliğin, müştereklerin kurtuluşunu, hem de yeni bir ortak zenginlik cumhuriyetinin, komünizminin kuruluşunu karşılamayı ummaktadır. Son olarak, “ortakvarlık” kavramının “varlık” bileşeni, hem müştereklerin içerdiği (gayri)maddi zenginlik/servet olarak, hem de yazarların “Heidegger’in Varlık ve Zaman’ının Spinozacı bir okumasını veya yeniden yazımını” gerçekleştirmeye katkı koymak amacıyla sürekli olarak vurguladıkları bir “(var)oluş” süreci ışığında anlaşılmalıdır. (Bu not, Ortakvarlık adlı eserin tamamını oluşturmayan bölümlerinden hareketle yazılmıştır.)

Daha fazla yazı yok
2024-05-17 20:27:10