A password will be e-mailed to you.

 Birkaç sene önce, Manhattan. Patti Smith, kızı Jesse Paris ile bir Japon restoranında oturmaktadır ve şöyle bir konuşma geçer; “Fark ettirmeden arkana bak, gençlik halin duruyor”. ‘Genç Patti Smith’ tabii ki de Lou Doillon’dur. Gece esnasında ikili birbirine tanıtılır. Lou Doillon, “Siz benim manevi annemsiniz” der. Patti ise, “Bana istediğin kadar anne diyebilirsin” diye cevap verir. O akşam Lou Doillon, Gallimard’a yüzünde bir gülümseme ve elinde Patti Smith için hediyelerle gelir. Sinema’nın ve folk müziğin, 2013 Victoires de la Musique’inde ödül almış muhteşem kızı, büyük bir hevesle rock efsanesiyle(Patti Smith), L’Express Styles dergisi için röportaj yapmayı kabul eder. Uluslararası boyutta ses getirmiş ve ödül almış best-seller ‘Just Kids’in başarısından sonra Patti Smith, ‘varlığının kanıtı’ niteliğinde bir kitap olarak gördüğü ‘M Train’i yayımlıyor.

On sekiz bölümden oluşan kitapta yazar, okuyucuyu düşüncelerinin ve arayışlarının trenine bindirerek gerçek ve geçmiş üzerine arayışlarının ve rüyalarının on sekiz istasyonunda bir gezintiye çıkarıyor. Patti Smith bu kitabı evine çok yakın, Greenwich Village’deki Cafe ‘Ino’da ya da dünyanın bir köşesinde konserler ve konferanslar düzenlerken yazıyor. New York’tan Tokyo’ya, geçmişin hayaletlerinden bugüne uzanan bu edebi sergüzeştin ilk cümlesi; “Hiçbir şey üzerine yazmak o kadar da kolay değildir”dir. Hiçbir şey üzerine yazmanın paradoksu, onun üzerine bir sürü şey söylemekten kaynaklanıyor. Doğal olarak da bir sürü soru ortaya çıkıyor ve Lou Doillion bunları yazara yöneltmek için biçilmiş kaftan.

 

Lou Doillon: Kitabın bölümlerini ‘istasyona’ benzetme fikri nereden geliyor?

Patti Smith: İstasyon fikri yazım sürecinin sonunda aklıma geldi. En başta hiçbir planım ya da varmak istediğim bir nokta yoktu. Önce kitabın adını ‘Mind Train’ koymuştum ama daha sonra bu bana bir şarkı adı gibi geldi; ‘Love Train’ falan gibi mesela. Sonra ‘M Train’ oldu. ‘M’ burada ‘mind’a karşılık geliyor ama bu harfi karşılayabilecek daha bir sürü kelime var; Muse(esin perisi), Magie(sihir), Mystere( gizem), Michigan gibi… Yazmaya başladığımda her bölümü numaralandırıyordum, bunu numaraların benim zihnimdeki istasyonlar olması fikri daha sonra aklıma geldi. Hepsine birer isim verdim, her şeyden önce eğlence olsun diye. Bu tarz şeyler icat etmek hoşuma gider. Ayrıca okuyucuya da nefes alabileceği bir alan bırakmak istedim; çünkü ‘M Train’de gereksiz akıl oyunlarına yer yok, sadece macera var. Bu şekilde bazı hacıların yaptığı yolculuklara benzedi; olur ya hani, yolculukları esnasında bir kilisede dururlar, bir madalyon ya da dini bir tasvir satın alırlar. Evet; ana fikir bu bölümlerin, sonu hiçbir yere varmayan uzun bir hac yolu üzerindeki duraklar olmasıydı.

 

Lou Dollion: Ama tabii ki de bir anlamı olan bir yol. Bu hacların bildiğiniz, fotoğrafladığınız ya da yeniden geçtiğiniz, tanıdık yerler olması özellikle ilgimi çekmişti. Zannedersem bunların arasında Rimbaud’nun, Genet’nin ve Sylvia Plath’in mezarları da var.

Patti Smith: Sanırım bu benim varlığımı bir düzleme oturtma, kök salma çabam; bir yere pek kök salabildiğimi söyleyemem. Ailemin pek kalabalık olduğunu söyleyemem, çoğu gitti. Doğduğum ev, büyüdüğüm ve yaşadığım yerler artık yoklar; ya yıkıldılar ya da yerlerine yeni bir şeyler yapıldı. Dolayısıyla ben de kendi yöntemlerimi, ritüellerimi geliştirdim. 1969 yılında Paris’e ilk gelişimde ilk yaptığım şey, Picasso’nun Apollinaire anısına yaptığı ve Saint-Germain-des-Pres kilisesinin önündeki meydanda duran heykeli görmek olmuştu. Paris’e her gidişimde bu heykeli ziyaret ederim. Dünya’nın daha başka bir sürü yerinde bu gibi ritüellerim var. Yakınlarım bana her zaman hiç yeni yerler görme isteğine sahip olup olmadığımı sorarlar. Bense her zaman eski ve tanıdık yüzleri görmeyi tercih ederim. Bunlar bir çeşit ölümsüzlüğün ya da kalıcılığın nişanesi gibidirler. Kendime yeni rotalar çizmektense, eski ve bilindik rotalar üzerine kalmayı yeğlerim.

 

Lou Doillon: Her zaman bir denge olduğunu düşünmüşümdür; hayatımızdaki insanlar ya geçmişte yer alırlar; ölülerimiz, kaybettiklerimiz gibi, ya da şimdiki zaman da yer alırlar. Siz bu iki zaman düzlemini birleştirmeyi başarmışsınız; ve bunu bir kafede, dünyanın bütün kafelerinde, isimsiz ama yine de rahatlatıcı bir kaosun olduğu yerlerde yazınız. Ayrıca hiçlik, zannedildiğinin aksine çok zengin ve karmaşık bir materyeldir.

Patti Smith: Yazarken, ‘hiç’in, ‘her şey’i de bünyesinde barındırdığını farkettim, sıfır rakamı gibi. Bir keresinde rüyamda bir cow-boy (kitabımı atfettiğim Sam Shepard gibi) bana hiçlik hakkında yazmanın o kadar da kolay olmadığını söyledi. Ben de “evet ama öte yandan oturup bütün günümü yazmakla geçirebilirim” dedim. Yazmaya oturduğumuzda, şimdiki zamanın sınırları içinde kalmak ve sadece hissiyat üzerine yazmak isteyebiliriz ama aynı zamanda görürüz ki üçleme halinde, geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair anılar aklımıza gelecektir. Geçmişin içinden akmışızdır, geleceğe yansıtılırız, şimdiki zamanda ise hareket ederiz; var oluşun matematiği bu şekilde işler. Aynı zamanda fark ettim ki hiçbir şey üzerine yazmak konuyu farklı yerlere çekebilir. Hiçbir programa ya da sorumluluğa tabi olmadan yazabilmek ve yazdıklarımın beni nereye götüreceğini görebilmek için, bu meydan okumayı kibirli bir ‘challenge’ ya da safi eğlence olarak kabul ettim. Üzerine yazmayı planlamadığım konular ortaya çıktı. Fred hakkında yazmayı planlamıyordum mesela, bu çok mahrem bir konu benim için; ama bir şekilde sözcükler kağıda dökülüverdi. Bu süreç kendi kendine gerçekleşti. Rüyalarımda Fred her zaman üzgündür, üzgündür çünkü çocukları onu özlüyor, üzgün çünkü… her neyse. Kitabın sonunda, onu ilk defa gülümserken görüyoruz. Kendi kendime kitabın amacının bu gülümseme olup olmadığını sorguladım.

 

Lou Doillon: Fransızca’da ‘pudique(edepli, görgülü, alçak gönüllü)’ diye bir kelime vardır. Kitapta Fred’den bahsederken, onun her zaman için saygılı ve alçak gönüllü biri olduğu izlenimi uyandı bende.

Patti Smith: Şu anda ailemin ‘kralı’ hakkında konuşmaktasın. Bir kral hakkında konuşurken her zaman saygı ve görgü kuralları içinde kalınmalıdır. Evet, saygılı olunmalıdır. Hatta, ‘Just Kids’de nefret ettiğim, bana kötü davranmış insanlardan bahsederken bile ihtiyatlı davrandım; çünkü bunların büyük bir çoğunluğu ölmüştür dolayısıyla savunmalarını yapma ya da olaylara karşı kendi bakış açılarını sunma yeteneğinden mahrumdurlar. Onları ele alırken suçlayıcı ya da saygısız olamamaya dikkat ettim çünkü acı verici olaylardan çıkış yolu bu değil.

 

Lou Doillon: Gerçekten güzel olan şey, gizemi bir zarafet haresiyle çevrelemeniz ve hitap ettiğiniz kişileri sıkıştırmamanız.

Patti Smith: Ne kadar nazikçe söylediniz. Ben olsam ben de bu şekilde söze dökerdim. Her zaman okuyucularıma aklı başında ve eğlenceli bir imaj sunmaya çalışmışımdır.

 

Lou Doillon: En kişisel pasajlar, antropolojinin insan üzerine söylediklerine tezat olacak şekilde, apaçık bir dille yazılmış. Polisiye diziler karşısında uyuya kalan tek insan olmadığımı öğrenmek ve her şeyin bir şekilde çözülebileceğini görmek beni gerçekten sevindirdi.

Patti Smith: Bugünün araştırmacısı, dünün şairidir. İkisi de olayları hissiyatlar, düşünceler ve izlenimlerle çözmeye çalışır ve hayatlarını düzlüğe çıkaracak birini ararlar. Bu, şair için, onun son mısralarıdır. Dedektif için ise olay “böyle geldi, böyle geçiyor, katil ise şudur…” şeklindedir. Şiddetten ya da entrikalardan asla hoşlanmadım ama olayların inşa edilişi ve çözüme kavuşma şekliyle her zaman ilgimi çekti. Nesirde de olay bu şekildedir. Şu anda bir dedektiflik hikayesi yazmaktayım ama benimkisi varoluşsal bir detektif olacak.

 

Lou Doillon: ‘M Train’i bir tabloya benzetsek bu nasıl bir tablo olurdu?

Patti Smith: Kübist bir tablo olurdu. Eş zamanlı kübik şekiller bir boşluğu doldururdu ya da onu yaratırlardı. Evet, ‘M Train’, bütün pastoralliğiyle kübik bir tablo olurdu, bir Millet gibi, ya da bohçası ve çizgili şapkasıyla William Blake’in yalnız gezgini gibi. Çok romantik bir tablo olurdu sanırım.

 

Lou Doillon: ‘M Train’in bazı pasajlarını yüksek sesle okudum, içindeki müziği duyabilmek için…

Patti Smith: Birkaç referans dışında kitabımda müzik olmadığını söylerler genelde; ama bence müzik her zaman nesirin içindedir. Her zaman bir iç ahenk, bir anlatım ritmi vardır. Anlatının ilerleyişi, kalemin yazarken çıkardığı ses ya da tahayyül treninin ileri ya da geri hareketi müziktir. Yazarken hep bir yandan da kelimeleri yüksek sesle söylerim. Kelimelerin kağıda dökülme sırası benim için çok önemlidir. Söz konusu olan, daha sonra bunları düzenlemektir, kağıdı süslemek gibi derdim asla olmaz. Gerçek yazar kişiliğim, ancak bu şekilde ortaya çıkar. Çok karmaşık kelimeler kullanmam ben. Tabii ki güzel kelimeler kullanmaya çalışırım ama gramerim asla iyi olmamıştır, cümlelerim genellikle kısa kısadır. Yazımdaki ritim kesinlikle gençken okuduğum kitaplardan kaynaklanıyor, şiir antolojileri genellikle. Ben de çok şiir yazardım; her kelime, her zamir önemlidir şiir yazarken. Bu daha önceki çalışmalarım, kesinlikle nesrime yansımış olmalı.


Lou Doillon: Şarkılar için çok iyi bir söz yazma yönteminiz var ama bu kitapta asıl etkileyici olan farklı tarzlar aramanız. Gönlünüz her zaman yazar olmakta mıydı?

Patti Smith: ‘Küçük Kadınlar’daki Jo March’ı gördükten sonra kendime kızların da yazar olmaları mümkün dedim. Çocukken büyük bir hayal gücüne sahiptim ve durmadan hikayeler uydururdum ama büyük bir yeteneğe sahip değildim; dediğim gibi dilbilgim hiçbir zaman iyi olmadı. Yazabilmem için en makul olan yazı türü şiirdi. Ama evet, her zaman yazar olmak istedim ve bu benim ilk hayalimdi. İkincisi ise Albert Schweizer gibi bir misyoner olmaktı ama sonra vazgeçtim. Daha sonra, Madame Butterfly’ı dinlemem üzerine opera sanatçısı olmak istedim ama çok sıskaydım ve bronşitim vardı. Annem “hayallerinin her zaman arkasındayım ama bunu boş vermelisin” demişti. Her ne kadar şarkı söylemek, fotoğraf çekmek gibi başka alanlarda kendimi geliştirmiş olsam da, benim için en anlamlı şey yazar olmaktı.

 

Lou Doillon: Bu bana, her şeyi yapabilen Rönesans sanatçılarını anımsatıyor.

Patti Smith: Bir Rönesans kadını ama hiç bir yeteneği olmayan biri…

 

Lou Doillon: Ama çok kısa bir sürede bir dünya görüşüne sahip olduğunuzu keşfettiniz ve bunu takip ettiniz…

Patti Smith: Bir noktada farklılıklarımızı keşfederiz. Her zaman günlük hayata tam olarak katılamayız, ruhumuz bizi faklı yönlere çeker. Daha sonra, sonuç olarak dünya hakkındaki gözlemlerimizi hikayelere, tablolara ya da başka sanat eserlerine dönüştürürüz. Bu uğursuz kutsanmaya sahip olmayanlar ise enerjilerini başka şekilde kullanırlar; aşçılık, bahçıvanlık gibi işler için. Bu itkiye sahip olmak ve hareketlerimizin bu itki tarafından belirlenmesi hem bir kutsanma hem de bir lanetlenme, ama iki türlü de onsuz bir hayat düşünemiyorum.

 

Lou Doillon: Çok sevdiğiniz Cafe ‘Ino kapanacağı için son bir her zamanki yerinize oturup, karmakarışık şeyler yazıyorsunuz ve kitaptaki temalar üzerine kafa yoruyorsunuz; Murakami’nin ‘The Wind-Up Bird Chronicle’, kovboy, kocanızın gizli gülümsemesi… Ayrıca şu ana kadar hiç yapmadığınız bir şey yaparak Jean Reno’nun yüzünü de tasvir ediyorsunuz kitapta. Neden Jean Reno?

Patti Smith: Bu çok güzel bir soru, daha önce kimse sormamıştı. Bir keresinde Jean Reno ile aynı uçakta seyahat ettim. Aynı gümüş renkli valizden vardı ikimizde de, ayrıca uçuşta, gümrükte ve bagaj bandında hep arkasındaydım. Eski bir deri ceket taşıyordu. Bir ara omzuna dokundum ve konuşmaya başladık. Daha sonra çok yorgun bir şekilde eve döndüm, bir buçuk ay uzak kalmıştım. Televizyonu açtım ve karşıma Léon filminde Jean Reno çıktı. Ritmi yavaşlattığını düşündüğüm bu hikayeyi kaleme almak için vakit ayırdım; ilk denemede yazdığım bölüm seviye atladı, neredeyse kazara diyebilirim. Müsvetteleri yeniden okuduğumda yazıların, kafede yaptığım imayı açıklamadığını ama onu bıraktığını fark ettim. Kimse bana bundan bahsetmedi belki de hiçbir şeyle alakası olmadığı içindir. Bu bölümü kesinlikle web sayfama koymalıyım.

 

Lou Doillon; On sekiz yaşınızdayken bir kütüphaneden ‘Les Illuminations’u çalmıştınız. ‘M Train’i çalacak şimdiki gençlere sözünüz nedir?

Patti Smith: Yapmamalarını söylerim, başarılı olmadıkları sürece. Eğer Jean Genet gibi hırsızlarsa bunlar, vazgeçmelerini tavsiye ederim. Genet, Proust’un orjinal basımlarını çaldığı için hapse girmişti. Bana gelince; otobüs garının önünde biraz köhne bir kütüphaneydi, yağmur yağıyordu ve bir sürü boş zamanım vardı. ‘Les Illuminations’u gördüm ve o an param olmamasına rağmen onu almak istedim. Derken aldım ve pişman olmadım çünkü Rimbaud beni hayat boyu sürecek çok uzun bir yolculuğa çıkardı.

 

Söyleşinin orjinali için: http://www.lexpress.fr/culture/musique/patti-smith-se-confie-a-lou-doillon-et-evoque-les-mathematiques-de-l-existence_1787138.html

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 00:11:31