A password will be e-mailed to you.

Salt’lardaki Rabih Mroue sergisi defalarca bakılmayı hak ediyor.

1990’da sona eren Lübnan İç Savaşı’ndan sonraki 10 yılda öne çıkmış olan Lübnanlı sanatçılar kuşağından bir aktör, tiyatro yönetmeni, oyun yazarı ve görsel sanatçı. Rabih Mroue’nin, erken dönem video işlerinden Suriye’deki iç savaşı ele aldığı çok katmanlı Pikselli Devrim 2012 tarihli işine büyük bir çeşitliliğe sahip solosu, şu sıralar büyük özlemini çektiğimiz güncel ve aynı zamanda derin sergilere önemli bir örnek teşkil ediyor.

Bu kişisel külliyata baktığımız zaman sanatçının bir “Ortadoğulu” olarak her seferinde yeni bir pozisyon almak zorunda kaldığına tanık oluyoruz.

Her seferinde aldığı bu pozisyonlar serisi, toplumsal’ın adeta belirlediği kişisel’liğinde, ferdiyetini inşada, içinden geçtiği tüm sorunları açık seçik bir şekilde karşımıza seriyor.

Sanatçı adeta sesli düşünüyor.

Biz onun bu sesli düşüncelerini filmleri, imgeleri aracılığıyla izliyor takip etmeye çalışıyoruz. Aynı meydana, farklı mesafelerden bakmak gibi… Araya giren ekranlarla üstelik… Tahrir meydanına çeşitli mesafelerden bakmak gibi. Ekrandan bakmak… I-pad’den bakmak… Cep telefonundan bakmak… Gezi’de olup bitene ekrandan bakmakla Gezi’deki öznelerden biri olmak arasındaki tüm gerilimleri, sözleşmeleri ve müzakereleri içeriyor bu bakış.

 Sanatçının baktığına bakmayı da elbette…

Bu bakış içinde örneğin bir özür dileyiş olabiliyor. I, the Undersigned [Ben, Aşağıda İmzası Bulunan] (2007) videosunda Mroué, iç savaş sırasında işlediği suçlar için özür diliyor çünkü… Bu kişisel özür toplumsal bir özürün yerini alabilecek mi?

Je Veux Voir [Görmek İstiyorum] (2011) videosunda, Catherine Deneuve, kurşunlarla delik deşik olmuş binaların moloz yığınları arasında yürürken sanatçının adını sesleniyor.

Noiseless [Sessiz] (2006-2008), sanatçının kendini kayıp bir insan olarak tasvir eden gazete kupürlerinden oluşuyor. Bu işler, iç savaş, İsrail işgali (1982-2000) ve Suriye’nin 2005’te sona eren 15 yıllık askerî varlığı döneminde yaşanan fail-i meçhulları anımsatıyor.

Serginin Salt Beyoğlu’nda yer alan diğer yarısı, sergiyi kuranlar için, binanın, sık sık siyasi gösteri ve mitingler ile kitlesel protestolara şahit olan Taksim Meydanı’na bağlanan İstiklal Caddesi üzerindeki konumuna referans oluşturuyor.

Tunus’taki ayaklanmalarda çıkan, en çok Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda duyulan ve daha sonra Suriye ve Lübnan’da farklı şekillerde kullanılan “Eş-Şaab yurid iskatu’n- nizam” sloganındaki “Halk… istiyor” ibaresinin sprey boyayla yazılı olduğu People are Demanding [Halk İstiyor] (2011) ile başlıyor. Bu ibare, rejimin düşmesine yönelik yaygın talebin aksine görünürde sıradan fiillerle tamamlanıyor. Bu işin devamında yer alan ve sanatçının, Lübnan eski başbakanı Refik el-Hariri’nin 2005’te hâlâ çözülmemiş bir suikaste kurban gitmesinin ardından düzenlenen gösterilerde çektiği görüntülerden oluşan With Soul With Blood [Canla Başla] (2003-2006) videosu, yazının girişinde bahsettiğim sanatçının bir kurup bir bozduğu tekrar tekrar inşa ettiği ferdiyetine önemli bir örnek.

Bütün bu toplumsal ve kişisel savrulmaların, sürüklenmelerin yaşandığı serginin sıcak ikliminde bir de sanatçının yaptığı bir sunum var. Bu bir konuşma. Sanatçı burada resmen artık mecazi değil, ‘sesli sesli’ düşünüyor. Suriye’deki çatışmalar sırasında kaydedilmiş bir buçuk dakikalık bir filmden yola çıkarak bunu yapıyor. Yüzlerce, kısa, net olmayan titrek görüntüler denizinin içinden seçilmiş bir film bu.

“Pikselli Devrim” bu film ve bunun gibi anonim filmlerin vaat ettikleri üzerine. Göze Karşı Göz, Çifte Çekiş, Bir saç telinin düşüşü gibi bölümlere sahip.

Bu kısa film, göstericilere ateş açan birini çekmekte olan cep telefonu kamerasının gözler önüne neler sergileyebileceği üzerine… Suriye’de özgürlükçü göstericilere savaş açan milis, onu çekmekte olan cep telefonu kamerasını fark ediyor. Hemen namlusunu ona doğru uzatıyor. Filmi çeken namlunun ona doğrultulduğunu görmesine rağmen cep telefonunu cebine koyduğu gibi toz olmuyor. Kaçmıyor. Kaydetmeye devam ediyor. İşte bu esnada Mroue, bir sürü soru soruyor.

Neden devam ediyor?

Acaba cep telefonuyla kaydettiği görüntünün artık gerçek değil, bir kurgu olduğuna mı inanıyor?

Buna inandığı için kendisine doğrultulan namludan çıkacak merminin, filmlerden çıkmayan ve yine filmlerde kalan yani öldürmeyen mermilerden biri olduğunu mu düşünüyor?

Kaydetme eyleminde olan biri için aslında ‘kaydettiği’ sürece kaybetmesine imkan mı yok?

Kaydettiğin sürece, her şeyin, hayat, savaş, ölüm dahil bir kurgu olduğu yanılsamasına mı sahip bu kişi?

Sanatçı soruyor. Dediğim gibi sesli sesli düşünüyor.

Tam da bize açtığı alanda biz de öyle yapıyoruz.

Bizimki mecazi. (Sessiz düşünüyoruz.)

Fakat kurşun filmde kalmıyor. Çekene değiyor ve onu vuruyor. Cep telefonu düşüyor ve ekran önce beyaz sonra kararacak. Sanatçı, bu filmi çekenin ölmediği iddiasını taşıyor. Ölseydi bu filmi izleyemezdik diyerek…

Öte yandan bu film üzerinden katilin kim olduğuna ulaşabilir miyiz sorusunu da yanıtlamayı ihmal etmiyor. Bu da bu konuşmanın en can alıcı bölümlerinden. Mroue, katilin kim olduğunu kaydeden 19. Yüzyıl sonu “optagraf”larına değiniyor çünkü… Ölenin gözünün bir kamera gibi katilin yüzünü kaydettiği bilimsel gerçeğine… O göze bakarak katilin kim olduğunu söylemenin mümkün olduğuna… Katilin kim olduğu bu cep telefonu kaydında… Bu bir buçuk dakikalık pikselli, yüzlerce karede saklı. Sanatçı bu kareleri an be an basıyor. İnceliyor. Büyütüyor. Yan yana diziyor. Arka arkaya sıralıyor. Bir bakıma Antonioni gibi Cinayeti Görmek istiyor. Aynı zamanda cinayeti göstermek de… Görünenin arkasındaki görünmeyeniyle.

Bir buçuk dakikalık film aslında ne kadar çok şey anlatıyor. Katilin kim olduğundan ziyade kaydettiklerimizin aslında biz insanlığı oluşturduğunu. Kurbanı ve katiliyle.

Öte yandan cep telefonuyla kaydetmeye devam eden, kendi öldürülüşünü dahi çekecek kişi üzerinde düşündürüyor.

İnsanoğlu, hayatta bakmaya tahammül edemediği her şeye tragedyada bakabilir, bakmak ister gibi bir sözü var Aristoteles’in. Tragedyaları insanlığın ilk kurguları olarak düşünürsek bu söz bize yardımcı olur mu kendi ölümünü göze alarak onu görüntülemek isteyen hala kim olduğunu bilmediğimiz artık ondan neredeyse Kamera diye bahsetmemiz gereken şahsın?

Ferdiliğinin bittiği yer tam da orası mı? Kamera olduğu, kendinden vazgeçtiği, youtube’a düşecek kaç bininci anonim görüntünün anonim sahibi olmayı tercih ettiği yer mi orası?

Veyahut kendi ölümünü bile çekecek kadar kaydetmeyle meşgul olması Aristoteles’in sözleriyle açıklanır mı? Kameraya kaydederek kurgu ve dolayısıyla tahammül edilir kıldığı kendi ölümü değil mi?

(Gerçek hayatta bakamadığıma ancak onu çektiğim zaman mu bakabilirim? Kamera olduğumda? Ben kamera olduğumda hayattan vazgeçerim ve kurgu mu olurum?)

Ve bu belki de Doğu’lu bir tekamül etme biçimi değil mi? Bir tefekkür hali… Bir tür Vahdet-i vücud?

Sergide yine internet denizinden seçilmiş gösteri sesleriyle izleyerek değil, sayfaları çevirerek çekeceğiz filmler de var. Dokunarak… Dokunarak iletişimde –screentouch- kaldığımız ekranları çağıran… Belki onları kovalayan.

Bu solo sergi, toplumsal ve kişisel olanın kimi zaman birer aralık kimi zaman birer çıkmaz sokak olduğu Ortadoğu’nun kaderi ve bu kaderi farklı coğrafi ve psikolojik mesafelerden, ekranlardan izleyerek, izledikçe belki tayin edecek, etmekte olan bizlerin, onların, diğerlerinin, başkalarının bakışları üzerine.

Aynı zamanda, sanatçının kendisine, memleketine, memleketinin yer aldığı Ortadoğu’nun nasıl hem bir gösteren hem de bir gösterilen olarak dolaşıma girdiği andan itibaren pikselleştiğine, aslına bakarsanız bulandığına dair çok önemli, derin bir sergi. Güncel olmasına güncel ve aynı zamanda derin. Dolayısıyla tüm dikkatli bakışlarımızı üstünde hak ediyor.

Daha fazla yazı yok
2024-05-07 06:51:03