A password will be e-mailed to you.

“O halde siyah renkli bir deriye sahip olan bir adamın bu ülkede nasıl bir deneyimi oldu, bundan sonra nasıl bir deneyimi olabilir? Bir zenci nasıl tarih yazabilir, sert ya da yumuşak, politik ya da özel, açık ya da örtülü bir başkaldırı tahriğine kapılmadan düşünebilir ya da nefes alabilir mi?” 

Rick Moody, romancı James McBride’ın James Brown hakkındaki yeni kitabı ile ilgili olarak Sunday Times’da yazdığı eleştirisine sizce ne başlık attı: “Gebertin ve terk edin”. Moody’yi okuyucularının dikkatini yetersiz bir gösterinin basılı eşdeğerine çekmeye zorlayan düşünce neydi? İşte şuydu: “Afrikalı-Amerikan yazarlar Afrikalı-Amerikan müzisyenler hakkında yazdıklarında, incelenen müzisyenin cazibesi ne kadar yaygın olursa olsun, aksi takdirde dünyadaki tüm siyah olmayan müzik tutkunlularının gözünden kaçacak olan derin içgörülere ve birçok farklı bağlama nüfuz ederler. Bu inkar edilemeyecek bir gerçektir ”. Moody yazısını şöyle sürdürür: Siyah olmalarından dolayı Stanley Crouch cazın derinliklerini araştırabildi ve Nelson George funk ve soul’un çizgilerini en duyarlı, müzik bilen, tutkuyla coşkulu beyaz eleştirmenden çok daha bütünlüklü, anlayışlı ve bilge bir biçimde çizebildi. Bu yalnızca “inkar edilemez” değil aynı zamanda Moody’nin bakış açısıyla gerçekten iyi bir şeydir: “Siyah yazarların siyah müzik söylemine sahip çıkmaları yönünde giderek artan bu çağdaş eğilim, modern müziği önemseyen herkes için çok gerekli bir gelişmedir. 

Eleştirinin devamını da okudum çünkü James McBride’la ve onun eseriyle ilgileniyorum, ama daha önce hiç girişten öteye geçememiştim. Moody’e göre –onu başka bir biçimde okumak mümkün değil- ırk yazarlara ve eleştirmenlere allah vergisi ek bir kavrayışsal sezgi bahşetmektedir. James Brown’ı kulaklarımızla, kalbimizle, hayalgücümüzle, kaslarımızla ama aynı zamanda derimizin rengiyle duyarız ve James Brown’ın müziğinin içinde (Moody’nin ne olduklarını asla söylemediği) asli nitelikler vardır ve Brown gibi siyah olmayan bir dinleyicinin kulağı bunları anlayamaz. 

Moody’nin savunmasına göre, insan müziğe tıpkı tüm diğer sanatlara verdiğimiz gibi, kendi deneyimimiz üzerinden tepki veririz diyebilir –bu insanın verebileceği en iyi yanıttır. Ve Amerika’da ırksal kimlik bir deneyimdir. Her iki nokta da doğrudur, öyle doğrudurlar ki birer gerçektirler ama tıpkı pek çok gerçekte olduğu gibi sizi çok öteye taşımazlar. Aslında, sizi çıkmaz bir sokağa ve bir subatana doğru götürürler. Yapılan çıkarımlar çok radikal bir biçimde sınırlayıcıdır öyle ki övgü gibi duran bir şey, daha çok gizli bir aşağılamanın üstünü örten bir küfür halini alabilir. Crouch, George ve McBride eleştirel yeteneklerinin bir kısmının –belki de önemli bir bölümünün- siyah Amerikalı olmalarından kaynaklandığı vurgusuyla sözde pohpohlanıyorlar. Dikkat: Birkaç adım daha atın ve kendinizi onların kesinlikle bir ritme sahip olduklarını söylerken bulacaksınız. 

Moody’nin önermesini bir tersten düşünelim: Mozart ancak Avrupa geçmişine sahip olan insanlar tarafından tam olarak anlaşılabilir. En sofistike, yetenekli, çalışkan beyaz olmayan eleştiri- pardon, beyaz olmayan eleştiri çok önemli şeylerin (derin içgörülerin ve birçok farklı bağlamın) üzerinden atlayacaktır. Çünkü bu tür bir eleştiri kendi kültürel imtiyazları ve özel incelikleri olan 18. yüzyıl aydınlanmasının ırkçı kökenlerinin içine doğmamıştır. Böyle birşeye kimse cesaret edemez; bu düşünülemez bile –ta ki Ryan Speedo Green’in hikayesiyle karşılaşıncaya kadar. 

Green opera dünyasında yıldızı yeni parlamaya başlamış otuzbir yaşında bir bas-baritondur. Aynı zamanda güneydoğu Virginia’da çalkantılı ve şiddetli bir çocukluk döneminin ürünüdür de. Hikayesi gazeteci Daniel Bergner tarafından çok etkileyici bir kitapta, “Hayatın İçin Söyle”, anlatıldı. Kitap bu sene içinde yayımlanacak. (Bergner benim arkadaşlarımdan biri) . Green yol boyunca defalarca içten içe işleyen bir ırkçılık biçimine maruz kaldı. Bazı siyah sınıf arkadaşlarına göre o “beyaz insanların şarkılarını söylüyordu… beyaz biri olmaya çalışıyordu,” ve beyaz hayranlarına göre  Green’in, “Don Giovanni”den aryalar söylemek yerine  “Showboat” u söyleyen Joe’yu icra etmesi ya da Paul Robeson tarafından meşhur edilen “Ol’ Man River” şarkısını söylemesi çok daha iyi olacak. 

Green’e gelince, o operayı en iyi biçimde söylemek istiyor. Aşkınlığa izin veren tek şey sanattır. Deneyiminin unutulmaması için çabalarken onunla tanımlanmıyor. Onun mirası bir siyah Amerikalı olmak ama onun varoluşunun bütünü bundan ibaret değil. Bergner, zengin bir grup beyaz insan  Green’i “Ol’ Man River” şarkısını söylemek konusunda neredeyse kandırıp onun kendinden vazgeçmesine yol açmak üzereyken “O şarkısını yeniden söyleyecek, bundan emin,” diye yazdı. “Ama Joe ve ‘Ol’ Man River’ çok daha büyük bir şeyin, Verdi’yi ve Rossini’yi, Wagner’i ve Mahler’i, Denyce Graves’i ‘Carmen’ operasında gördüğü gün öğretmeni Mr. Brown’a dönerek yapacağını söylediği, o zamandan beri içinde birbiçimde kök salmış her şeyi kapsayan bir kariyerin bir parçası olmalıdır”. Mozart’ın her bir notası nasıl Green’e aitse James Brown’ınkiler de öyledir. Hatta Mozart daha çok Green’indir çünkü Green’i bir insan olarak kurtaran ve onu bir sanatçı yapan müzik “Don Giovanni” operasının ta kendisidir. 

Moody’nin yazısı zamanımızın bir temasına yapılan semptomatik yaklaşımlardan biridir, bu yaklaşım hem klişeleşmiştir hem de yeteri kadar incelenmemiştir –öyle ki Moody’nin lütufları Times Book Review editörlerinin onayından geçebilmiştir. Temamız şudur: Irk bir kaderdir –bu durumda estetik bir kader. Bu yeni bir tema değildir. Amerikan kültürü içinde farklı zamanlarda tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Genellikle kasvetli, umutsuz zamanlarda ortaya çıkmaz. Farkındalığın, açıklığın ve beklentilerin yükseldiği dönemlerde ortaya çıkar. 

Çok açıklayıcı bir örnek vermek gerekirse, bu tema ilk olarak bindokuzyüz altmışların başında, siyah özgürlüğü ve ırksal bütünleşme hareketinin doruk noktasında olduğu bir dönemde ortaya çıktı. 1963 yazında, şair LeRoi Jones (daha sonra Amiri Baraka adını aldı) “Caz ve Beyaz Eleştiri” isimli bir makale yayınladı. Bu makale kısa bir süre sonra yayınlanan kitabı “Blues İnsanları” içinde de yer aldı. Jones, beyaz yazarların blues ve caz’ı bir “tutumlar toplamı” olarak anlamak yerine bir müzik biçimi olarak kabul ettikleri tartışmasını açıyordu. Jones’a göre, blues ve caz estetiği bütünüyle anlaşılabilmek için mümkün olduğu kadar çok, neredeyse bütünüyle kendi insan bağlamı içinde görülmelidir. “İnsanlar bebop yapıyorlar; eleştirmenin burada sorması gereken ilk soru nedendir?” Beyaz eleştiri cazın içindeki toplumsal devrim felsefesini duymak konusunda kendiliğinden başarısızlığa düşecektir. (Çok ilginç bir biçimde, Jones cazı kendi müzikleri yapan beyaz müzisyenlere övgüler düzer –iddiası müzik yazarları ile ilgilidir). Moody’nin körü körüne yaptığı ırkçı estetik ile Jones’un daha sofistike analizi arasında bir fark var mı? Evet var, şu bağlamda ki: Jones beyaz eleştirmenlerin bugüne dek kendi kültürel deneyimlerinin sınırlarını yansıttıklarını iddia etmektedir. Rengi idrak ile eşleştiren özcülük üzerinde henüz bir ısrarı yoktur. (Bu Jones’un hala Village beat sahnesinin bir üyesi olan, Baraka adını alarak yaşamı bir kültürel nasyonalizme, anti-semitizme ve unutulabilir yazılara dönüşmemiş olan önceki halidir). 

Jones’un hayranı olmayan ve hatta sonrasında Baraka’yı çok daha az seven Ralph Ellison “Blues İnsanları”nı yeni yayınlanmaya başlayan New York Review of Books’un bir sayısında saygılı bir biçimde değerlendirdi. Jones’un siyah müzik hakkındaki fikirlerinin ideolojik zülüm ile lekelenmiş fikirler olduğunu iddia ediyor Ellison. “Blues İnsanları’nın siyah müziği ele alan ve bir zenci tarafından yayınlanmış birkaç kitaptan biri olduğunu anlatmak için çok şey yapıldı. Zencilerin bu gizemli sanata karşı özel bir içgörüleri olduğunu uman kişiler için ne yazık ki diyebiliriz ki, zenci olmak yeterli değildir. Bu zor görev ancak ve gene eleştirel idrak tarafından gerçekleştirilmelidir. Bu işi yalnızca eleştirel idrak kotarabilir”. Birkaç sözcükle ifade etmek gerekirse Ellison estetik kavrayışta herhangi bir ırkçı kayırmayı bütünüyle reddetmektedir. Eğer bu konuda konuşmaya hakkı olan biri varsa, o da bir zamanların blues ve caz kültüründe gerçek bir inci olan ve aynı zamanda yarım düzine büyük Amerikan romanı yazan “Görünmez Adam” olan trompet sanatçısıdır. 

Çok önemli bir sene olan bu senede, 1963’te, Ellison kendisini ırk ve sanatla ilgili bir başka tuzağa düşmüş buldu. Eleştirmen Irving Howe editörlüğünü yaptığı Dissent  dergisinde “Siyah Oğlanlar ve Öz Oğullar” başlıklı bir makale yayınladı. Richard Wright’a saygı niteliği taşıyan bu makalede Howe, yıllar önce iki makale yazarak –“Herkes Romana Başkaldırır” ve “Binlercesi Gitti”- edebi bir cinayet eşleyen James Baldwin’i eleştiri oku yağmuruna tutar. Bu makalelerde James Baldwin politik melodram romanlarını, özellikle de Wright’ın “Öz Oğul” kitabını  analitik yaylım ateşine tutar. Genç Baldwin bunu yaparak kendi estetik özgürlüğünü ilan etmektedir: O sanat eserleri verecektir, başkaldırı yapıtları değil… 

Bütün hayatını bir sosyalist olarak yaşamış olan ve “Politika ve Roman” başlıklı kitabıyla ün kazanan Howe, Büyük Tom’da “Öz Oğul”un kaba, ezilmiş, sert anti-kahramanını bulur, Amerika’daki siyah hayatın özgün bir ifadesini. Howe Baldwin’den bir alıntı yapar (“insan yalnızca bir tek şeyi kullanarak yazar –kendi özdeneyimini”) ve arkasından sorar “O halde siyah renkli bir deriye sahip olan bir adamın bu ülkede nasıl bir deneyimi oldu, bundan sonra nasıl bir deneyimi olabilir? Bir zenci nasıl tarih yazabilir, sert ya da yumuşak, politik ya da özel, açık ya da örtülü bir başkaldırı tahriğine kapılmadan düşünebilir ya da nefes alabilir mi?” Dahası Howe Ellison’ın kafasına birkaç tane kaya fırlatır. Howe aynı taşları bu çağın ortalarında yaşamış olan ve “Öz Oğul”un gerçekliğinden kaçabileceğini ve Amerika’daki ırk hapishanesinden –yazarın kendi sözleriyle söylemek gerekirse “sadece bir zenci yazar olma” hapishanesinden-  kurtulabileceğini hayal eden siyah yazar Baldwin’in de kafasına fırlatır.

Bu bir hatadır. Çok iyi bir yazar ve son yıllarında akıl hocası olmaya en yakın kişi olan Howe kriterini yanlış koymuştur ve renkle kodlanmış bir kutuya koymak için yanlış yazarları seçmiştir. Ellison’ın yanıtı –The New Leader’de Aralık ayında yayınlanmış olan “Dünya ve Kodes” başlıklı uzun makale- bireysel özgürlüğün ve bugün hala yüksek sesle konuşabildiğimiz sanatın özerkliğinin yeniden olumlanmasıdır. Evet diyor Ellison, Wright beni etkiledi ama Hemingway kadar değil. Bir siyah Amerikalı olmak diye yazar Ellison, çok karmaşık ve muğlak bir durumdur. Çok farklı mirasları bünyesinde barındırmaktadır ve sürekliliği kendi zenginliğini ve tamlığını beraberinde getirecek bir “disiplini” gerektirmektedir:

Howe ayrımcılığı zencilerin içinde siyah bir mesihin gelmesini ve öfkeyi açığa çıkarmasını beklediği bir tür görünmez çelik kodese benziyor… Ama eğer bir hapishane içindeysek bu görünmez değil saydamdır ve insanın yalnızca dışarıyı görmesine izin verilmez dışarıda olup biteni okumasına da; değerler ve insan kalitesi hakkında belirlemeler yapmasına da izin verilir. Dolayısıyla Macon Bölgesi’nde, Alabama’da [Tuskegee Enstitütüsü’nde] Marks, Freud, T.S.Eliot, Pound, Gertrude Stein ve Hemingway okudum. Zencilere çok az değinen belki de hiç değinmeyen bu kitaplar beni insani olasılıklarımda karşılaşacağım hertürlü “ayrımcılık” fikrinden kurtardı. 

Bu sözcükleri yazdıktan sonra birkaç yıl içinde, Ellison kendisini aralarında Amiri Baraka’nını da yer aldığı belalı bir siyah nasyonalismi kavgasının içinde buldu. Baraka kendisini bir tür Tom Amca hatta beteri olarak ilan etmişti. İkinci romanının çıkışı engellenen, Siyah Güce yabancılaşan Ellison kendisini daha genç siyah sanatçılardan yalıtan bir imtiyaz dünyasına çekildi. Bu durum her iki tarafın da zararına oldu. 

Baldwin’e gelince, o Howe’un saldırısına asla yanıt vermedi. Belki de buna ihtiyaç duymadı. 1963 yılında, “Bir Sonraki Yangın”ın yayınlanmasından sonra Baldwin Amerika’da siyah ya da beyaz hiçbir yazar tarafından doldurulmamış bir role oturdu: insanların ahlaki öğütlerine başvurduğu ulusal bir kahin, tıpkı Amos Oz’un İsrail’de yapmış olduğu gibi. “Bir Sonraki Yangın” hiçkimseye kestirmeden bir kefaret sunmakla suçlanamaz. O ırkçılık sonrası bir Amerika’da yaşanacak bir liberal fantezi değildir –Baldwin sürekli olarak hasta kalabilecek bir topluma uzlaşmaz ve huzursuz edici bir tedavi önermiştir. Ama Ellison’un doğuştan kazanılmış bir hak olarak talep ettiği kompleks kimliği Baldwin Amerikan yaşamının zorunlu bir parçası olarak kabul eder. Farklı biçimlerde ve farklı düzeylerde hem beyaz ırkçıların hem de siyah nasyonalistlerin yaptıkları her türlü kültürel ayrımcılığı reddeden Baldwin şöyle der: “Biz siyahlar ve beyazlar, gerçek bir ulus olabilmek için birbirimize derin bir ihtiyaç duyuyoruz, kadınlar ve erkekler olarak kimliklerimizi kazanmak ve olgunluğa ulaşmak için birbirimize ihtiyaç duyuyoruz. Bir ulus yaratmanın korkunç güç bir iş olduğu kanıtlandı: artık ikiyi yaratmanın, bir siyah ve bir beyazı yaratmanın hiç gereği yok”. 

Yarım yüzyıldan beri, hala Baldwin’in tarif ettiği kazanımlara yaklaşamadık. Geçen hafta, Broadway yapımcıları “Hamilton” gösterisi için casting çağrısı yaptı: “Bir Broadway gösterisi için 20 ile 30 yaşları arasında BEYAZ OLMAYAN  kadın ve erkekler aranıyor”. Actors’ Equity ve diğer gruplar bu ayrımcılığı şikayet ettiler ve yapımcılar ilanlarını “beyaz olmayan karakterler” vurgusu koyarak değiştirmek zorunda kaldılar. Şikayetler, teknik olarak doğru olsalar da aslında konu dışıdırlar. Eğer başrolü, Washington’u, Jefferson’u, Burr’u ya da Hamilton’un karısını ya da aşığını beyaz bir aktör oynayacak olursa “Hamilton” “Hamilton” olmaktan çıkar. Lin-Manuel Miranda’nın ülkenin kuruluşuyla ilgili  rap müzikali kısmen cüretkar konusu nedeniyle çok olağandışı bir sanat yapıtıdır: öyle ki 1776, 1789 ve 1800’de yaşanan olaylar hala bizi şekillendirmektedir ve çağdaş Amerikalılar olarak bize aittirler. Özellikle de gösterinin karakterlerinin gerçek hayattaki modelleri açısından görünmez ya da hayal edilemez olan Amerikalılara aittirler. Belki de gelecekte Hamilton’u oynayan beyaz bir aktör bu fikri somutlaştırmayı becerebilir –tıpkı halen Broadway’de gösterimde olan Arthur Miller’ın “Pota” prodüksiyonunda, insanın siyah aktörlerin, performanslarının olağanüstü görkemi nedeniyle açıkça beyaz karakterleri oynadığını görüyor olması gibi…Ama henüz o noktada değiliz. 

1963 yılının soruları ve sorunları varlıklarını farklı biçimlerde bugüne dek korumuşlardır. Şubat ayında Kanye West Twitter hesabından şu soruyu yöneltti “Pitchfork, Rolling Stone, New York Times ya da herhangi bir beyaz basın” “siyah müzik” hakkında yazmayı kesemezler mi? Times’ın genel yayın yönetmeninin bir siyah olması, her renkten insanının rap ve hip-hop söylüyor oluşu West’in kültürel ayrımcılık yapmak konusundaki ısrarını engelleyemedi. O halde haikular Japon şairlerinin tapulu malları mı? Aslında, Richard Wright, daha politik çalışmalarına mola verip soluklanmak için yüzlerce haiku yazdı ve bunlar ölümünden sonra geçen sene yayınlandı. Vinson Cunningham Times Magazine’de  bunlar hakkında bir makale yazdı: Wright’ın karmaşası ısrarla sürüp gidiyor; bugünün siyah sanatçıları ve yazarları tüm zamanlarda olduğu gibi, gerçekten bu karmaşadan geçici olarak bile olsa kaçma ihtiyacı duyuyorlar. Buna karşı nasıl olup da Charleston kilisesi katliamının gerçekleştiği ve sokak gösterilerinin ölümlerle sonuçlandığı bir çağda, daha geniş kültürün bütünlüklü insanlar yerine “kimlik yazarlarına” olan açlığını doyurmadan giderek artan bu barbarlığı aktarmanız mümkün mü?

Bunu bir başka biçimde söyleyecek olursak hiçkimse bir diğerinin kültürüne sahip çıkamaz ve bunun aksini düşünüp inanmak, hepimizin hak ettiği insani tamlıktan ve zenginlikten mahrum olmamıza neden olur. Bu içgörüyü aynı ölçüde zorlayıcı bir Amerikan gerçeği ile –ırkçı adaletsizliğin bizim mirasımız ve sorumluluğumuz  olması gerçeği ile- uzlaştırmak siyah ya da beyaz, tüm sanatçı ve eleştirmenlerin önündeki meydan okumadır. 

 

Kaynak: Race, Art, And Essentialism

Daha fazla yazı yok
2024-05-18 07:16:50