A password will be e-mailed to you.

Bir nev-i perde açılış ‘gong’u diyebiliriz Filmekimi için. Bu büyük heyecanın beraberinde getirdiği belki de en keyifli şey ise; merakla beklenen ‘o’ filmlerin seans çıkışlarında çevrilen muhabbetler olur hep. Aldım birkaç filmi ve sanki tek bir salonda, tek bir günde art arda izlenmişçesine konuşturdum salondan henüz çıkmış ‘kafamdaki’ izleyicileri… 

14. Filmekimi geçtiğimiz hafta sona erdi, en azından İstanbullular için. Yine her yıl olduğu gibi dünya festivallerinde öne çıkan, adını yabancı basın sayesinde aylar öncesinden duyduğumuz filmleri izleme şansımız oldu bu sayede. Bir sinemasever için Filmekimi programındaki filmleri görmek, aynı zamanda o yıl vizyona girecek tüm iyi filmleri önceden izlemek ve o senenin sinema gündemine önceden hakim olmak anlamına geliyor artık. Kaçmasın denilen filmler, bu filmi ilk ben keşfettim diye gidilen filmler, bir günde art arda kaç film izlerim adına girilen iddialar… İşte, tam da böylesine büyük bir heyecan dalgası yaratması sebebiyle, sinema sezonunun açılış etkinliği, bir nev-i perde açılış ‘gong’u diyebiliriz Filmekimi için. Bu büyük heyecanın beraberinde getirdiği belki de en keyifli şey ise; merakla beklenen ‘o’ filmlerin seans çıkışlarında çevrilen muhabbetler olur hep. Herkesin izlediği filmin sonunu yorumlamaya çabaladığı, ünlü yönetmenlerin son filmlerinin onların önceki filmleriyle kıyaslandığı ya da dünya festivallerinden ödülle dönen filmlerin gerçekten ödülü hak edip etmediğinin sorgulanması gibi pek çok ayak üstü sohbetin döndüğü seans çıkışları, tıpkı her festivalde olduğu gibi Filmekimi’nin de kanımca en tatlı, en samimi anlarıdır. İşte bu sebeple, tamamen bu muhabbeti taçlandırmak ve ‘o’ filmlerden bazılarını bir süre daha çekiştirmek için festivalin kapanışı hatrına biraz daha seans çıkışı muhabbeti çevirmek iyi gelir dedim ben de. Aldım birkaç filmi ve sanki tek bir salonda, tek bir günde art arda izlenmişçesine konuşturdum salondan henüz çıkmış ‘kafamdaki’ izleyicileri…

11:00 Seansı – Ixcanul Volcano
– Guatemala filmiydi değil mi bu?
– Evet, öyle.
– Ne kadar da bizden ne kadar tanıdık oysa ki!
– Kesinlikle, genç kadının dramı dünyanın her yerinde aynı.
– Yanardağın varlığı, genç kızın çaresizliği, Ustaoğlu’nun Araf’ını andırdı bana. Orada da kor ateş benzetmesi ve karnındaki bebeğiyle çıkışsız kalmış bir genç kız vardı.
– Aktif bir yanardağda çekilmiş bu film bu arada.
– Hakikaten çok etkileyici.
– Domuz benzetmesini biraz kolaycı buldum yalnız ben. Kızın içine düştüğü durumla kurbanlık hayvanı benzeştirdiği bölüm biraz klişe bence.
– Klişe ama; son derece iyi kullanılmış bence, sevdim ben. Kızı hamile bırakıp, Amerika’ya kaçan oğlanı merak ettim ama. Ne oldu acaba ona?
– Yönetmen onu da gösterseymiş iyiymiş, evet. Ben kendimce şöyle hayal ediyorum; Guatemala da kahve çiftliğinde çalışıyor ya bunlar…
– Evet?
– İşte, oğlan da hakikaten başarmışsa Amerika’ya kaçmayı, muhtemelen bir Starbucks dükkanında çalışmaya başlamıştır orada o.
– Aaah, çok zekice. Güzel fikirmiş.

13:30 Seansı – El Club
– Larrain, bu sefer hiç olmadığı kadar öfkeli.
– Evet, öyle. Pinochet üçlemesinde bu denli cesur değildi yönetmen.
– Kiliseye fena saldırmış. Etkileyiciydi gerçekten.
– Ben şeyi sevdim; naif bir öykü anlatacakmış gibi başlatıyor ya filmini ama sonrasında bir anda sertleşiyor. O yaşlı adamları filmin açılışında seviyoruz sonra bir anda nefret ediyoruz. Seyircinin hisleriyle oynamasını sevdim çok.
– Sadece yaşlı adamlara da saldırmıyor üstelik. ‘Modernleşmiş’ kilisenin de eskisi kadar yozlaşmış olduğunu da söylüyor bize. Kasabaya gelen genç peder de en az yaşlılar kadar kirli çünkü.
– Köpeklere üzüldüm ben bir de. Gerçekten zarar görmemişlerdir değil mi?
– Yok canım, hiç sanmıyorum. Bir Kaan Müjdeci vakası daha yaratmayalım şimdi.
– Şili’de tepki görmüştür belki, kimbilir.
– Hayvan haklarından önce kilisenin tepkisinden korksun bence Larrain.

16:00 Seansı – The Lobster
– Lanthimos tam bir çılgın.
– Aynen, muazzamdı film. Konusu gereği beklentim yüksekti ama kesinlikle karşılıyor beklentileri.
– Son sahne için ne diyorsun peki? Colin Farrell’ın oynadığı karakter kör oluyor mu sence?
– Kesinlikle oluyor bence ama önemli mi gerçekten olup olmaması. Her halikarda ilişkisini bir yalan üzerine kuracak çünkü. Üstelik sadece hayatta kalmak için.
– Zaten diyor ya beni hayvan yapacaksanız, ıstakoz yapın. Onlar 150 yıl yaşıyorlar diye. Hayatta kalma içgüdüsü henüz orada ortaya çıkıyor karakterin.
– Evet, evet. Günümüz ilişkileri üzerine müthiş tespitleri var filmin. Şu ormandaki bekarların sadece elektronik müzik dinlemesi olayına, bayıldım mesela.
– Komik ama bir yandan da çok korkunç.
– Lanthimos’un bir kısa filmi vardı, Necktie diye. Onu hatırladım ben filmi izlerken, karakterlerini ormanın içine atmayı seviyor yönetmen.
– Neden oraya bağladın ki?
– Hayvana dönüştürülmek bir ceza olarak sunuluyor ya filmde. Aslında değil bir bakıma. Çünkü hayvanlar basittir. Yemek bulmak, üremek ve hayatta kalmak için yaşarlar ve doğaya aittirler.
– Eee?
– İnsan da çok farklı değil aslında. Hayvansılığını gizlemese ve onu şehirle kamufle etmese, doğaya ait aslında. İçten içe zaten hayvan yani.
– Bilmiyorum, emin değilim bu dediğinden.

19:00 Seansı – Son of Saul
– Herhalde toplama kamplarıyla ilgili bugüne dek izlediğim en iyi şeydi az önce izlediğim.
– Çarpıcı hakikaten. Zor bir deneyim ama, rahatsız edici.
– Yönetmenlik tercihleri filan eşsiz bence. Kamerayı Saul’un etrafından ayırmaması, arka plandaki herşeyi out of focus bırakması. Tüm o rahatsızlığı, arka planda dönen dehşeti, buna rağmen tüm sertliğiyle seyirciye geçirebilmesi takdir edilesi.
– Oğul meselesini çok iyi anlayamadım ben ama. O çocuk oğlu muydu, değil miydi gerçekten?
– Oğul bir temsil aslında orada, bir metafor. Saul’un günahlarının temsili
. – Nasıl yani?
– Mitolojiden beslenerek bakarsak bunun bir Underworld hikayesi olduğunu söylebiliriz. Saul’un günahlarıyla hesaplaşarak öteki tarafa geçmesinin öyküsünü anlatıyor aslında film.
– Hee, şimdi anladım meseleyi. Tüm o nehirden karşıya geçmek, cesedi bir türlü gömememek… Açıklık kazandı şimdi. Sağol.
– Politik doğruculuğa kaçmamasını da sevdim ben ayrıca.
– Katılıyorum. Şuraya bir de iyi Nazi subayı koyalım gibi bir derdi yok hiç.

21:30 Seansı – Baskın
– Can Evrenol gösterimden sonraki konuşmasında film için naif ve çocuksu mu dedi gerçekten?
– Evet, öyle dedi de, neresi çocuksu bu filmin? Çok rahatsız oldum ben.
– Bir noktaya kadar, istismar sinemasına yaklaşana dek amacına ulaşmıştı aslında. İlk defa bir Türk korku filminden hakikaten korktum ben.
– Yaa, orası öyle ama yine de pek çok eksiği var bence filmin. Pek çok nokta açık değil mesela. Bu tarikat neyin nesi? Amaçları nedir? Kim onlar? Hiç belli değil.
– Yine de cine periye bulaşmadan, illa da Kuran-ı Kerim ayetlerinden yararlanmaya gerek duymadan bir korku filmi üretebileceğimizi kanıtlaması açısından önemli bir örnek ama.
– Yani çıtayı Dabbe, Musallat seviyesinde tutuyorsan çok iyi canım film. Gerçekten kriterimiz bu mu ama? Üstelik istismar sineması yapmaya uğraşıyorsa da orada da orijinal fikirler üretemediğini söylemek lazım. Göze bıçak saplamak, bağırsağı sökmek filan oldukça klişe tercihler. “Bakın biz de bunları yapabiliyoruz”dan öteye gitmiyor bir yerden sonra.
– Amerika’ya satmış filmini ama, bu sevindirici.
– Tam da Amerikan formülüne göre üretilmemiş mi zaten? Oraya servis etmek için hazırlanmış olmasından rahatsızım ben aslında. Bir de içine Osmanlı Karakolu filan koymuş. Oryantalizm satar ne de olsa. Satar abi!

Daha fazla yazı yok
2024-05-05 12:10:10