A password will be e-mailed to you.

İş Sanat Kibele Galerisi, 9 Ocak-23 Şubat arası heykel sanatçısı Maria Kılıçlıoğlu’nun “Evrenin Nabzı” sergisine ev sahipliği yapıyor.

Maria Kılıçlıoğlu’nun yıllara yayılan emeğinin izlerini taşıyan retrospektif sergi dört bölümden oluşuyor. Sergiyi gezerken beni en çok kadın bedenlerinin girdiği değişik formlar etkiledi. Birbirinden farklı boyutlardaki heykeller arasında suyun müziğini de, İstanbul’un izdüşümünü de bulmak mümkün. Ayrıca yer yer özgürlüğün, yer yer aşkın ele alındığı sergide Maria Kılıçlıoğlu’nun rüyalarına ve dünyaya bakışına da misafir oluyoruz.

Sergi çıkışı oldukça sevgi dolu olan Maria Kılıçlıoğlu ile buluştum ve dünden bugüne kısa bir yolculuk yaptık. Tüm anlattıklarında tek şeyi devamlı vurgulamaktan geri kalmadı kendisi:

“Sevgi. En önemli şey sevgi. Sanata da damgasını bu vurmalı.”

Çok hassas bir çocukmuş Maria Kılıçoğlu. Doğa ile hayvanların hastasıymış. Hâlâ da öyle. Yılanlardan korkmayacak leopar gelse onu da öpecek kadar. Çocukluğundan bir anısı var… Küçük bir ayı oynuyor meydanda. Gidip ona sarılıyor. Aslında çok tehlikeli bir olay. Etrafında da anne ayı var çünkü. Olayı şöyle anlatıyor:

“Anne ayı bir şey yapabilirdi. Ama birşey yapmadı. Yedi yaşlarındaydım. O zamanlardan gelen coşkulu bir doğa ile hayvan sevgisi bu içimdeki. Senelerdir içimde artmış da olabilir bu sevgi. Çünkü dünya kötü bir hal almaya başladı. Her taraf beton… Doğa zarar görüyor ve hayvanlara da iyi bakılmıyor. Buna çok üzülüyorum.”

Bulgaristan’da doğup büyümüş. Evlenince Türkiye’ye göç etmiş. Babası ünlü bir heykeltraş. Dimitir Dimov. Çocukluğu babasının atölyesinde geçiyor.

“Bir heykel atölyesinin tozunu o yaşlarda yuttum. Ama babam da annem de heykeltraş olmamı istemiyordu. Hatta annem tüm kağıt kalemlerimi balkondan attı. “Baban gibi deli mi olacaksın?” diye. Çünkü mesleğin zorluklarını biliyorlardı. Bu yüzden desteklenmedim bu konuda. Her çocuk gibi duvarları boyuyordum. Büyümemi bekliyorlardı ki, badana yapsınlar. Beni spora yönlendirdiler. Basketbola, baleye… Ama ben sanata yatkındım.”

Üstelik sırf babası değil. Anneannesi de sanatçı ruhlu. “Anneannem çok müthiş bir kadındı. Beni devamlı tiyatroya, operaya götürürdü. Her cumartesi pazar özenle giyinir ve giderdik.” Ben de bir müzisyen olduğum için müzik birikimi ile ayrıca ilgileniyorum. Klasik piyano eğitimi almış ve resitaller de vermiş Maria Kılıçlıoğlu. Ama egzersiz yapmayı bırakınca, ilerlememiş. Bu yüzden bana sıkı sıkı tembih ediyor çalışmayı bırakmamamı.

İstanbul’a geldiğinde 17 yaşında. Daha sonra boşandığı eşi ile evlenerek geliyor ve akademiyi kazanıyor. “Hem tıpkı hem akademiyi seçtim ama ben akademiyi seçtim. Babamın seçimimde payı vardı. Tercihi daha feminen bir meslek olduğu için tekstilden yanaydı. Ben de böylece tekstile başladım. Fakat bu arada babamı kaybettim. Babam göremedi ama o zamanki adıyla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, şimdiki adıyla ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tekstil bölümünü bitirdim.”

“Dedim ki, benim heykelle uğraşma vaktim geldi”

Bu arada sanırım düşlere yüklediği anlamlar bu günlere dayanıyor. Çünkü babasını devamlı rüyasında görmeye başlıyor Maria Kılıçlıoğlu. Babası ona sürekli “Bana toprak getir, alçı getir.” diyor.

“Neden diye soruyorum rüyamda. Çünkü diyor. Savaş çıkacak. Rüyayı bir türlü yorumlayamıyorum. Bir yandan da kiliseye gidiyorum. İnançlı bir kadınım. Bir gün kilise çıkışı kendi kendime dedim ki, benim heykelle uğraşma vaktim geldi.”

Heykel okumamış Maria Kılıçlıoğlu ama baba mesleği olduğu için aşikar olduğu bir meslekte karar kılmış ve alaylı olarak kendini yetiştirmeye başlamış. Başta zorlandığını itiraf ediyor. “Yani ben her şeyi biliyordum ama heykel neredeyse tam zamanınızı isteyen bir iştir. Ama ben kararımı vermiştim artık ve atölyeye girdim.”

Böylece bronz çalışmaya karar veriyor. Döküm öğreniyor. “Bronzu iyice tanımam gerekiyordu. Birikimim vardı ama belli ki bu yetmeyecekti. Kendimi daha fazla geliştirmem gerekiyordu. Çok isteyerek ve biriktirdiklerimi ekleyerek, dökümcülerle tanıştım ve ilk olarak küçük heykellerimi yapmaya başladım. Oldukça masraflı bir işti ve itiraf etmem gerekirse kimsenin bir yardımı yoktu. Bu yüzden o dönem fotomodelliğe başladım. Kazandığım parayı da döküme veriyordum.” İlk sergisini soruyorum. 1989’da açılmış. Hem resim, hem heykellerinden oluşan bir kolaj sergiymiş bu. Heykelin o dönem çok revaçta olmadığını söyleyen Maria, buna rağmen yirmi yedi heykel ve yirmi yedi resmini satmış. Hocaları da gelip tebrik etmiş.

O, akademik rollere çok saygın biri. “Hâlâ onlara hocam derim. Çünkü bu yaşamsal yolculuğumuza saygıdır” diyor.

“Koleksiyoncuları hiç küçümsememek lazım”

Müşterileri arasında çocukluğundan beri onu takip edenler var. İlk sergisinin heyecanında şunu fark etmiş. Çocuklar annelerinin eteklerini çekiştirip, Onun heykellerini almak istemişler. Kaygısı böyle geçmiş Maria Kılıçlıoğlu’nun. Şimdi o çocuklar otuz yaşında ve hâlâ müşterim diyor: “Ben onlara çok şey borçluyum. Çünkü bir tek çocuklar tüm tarafsızlığı ve ruhu ile sanatı hissedebilir. Üstelik bugün envai çeşit mevcut, her şey yapılmış ve ben buna rağmen bir çocuğu heyecanlandırabiliyorsam doğru yoldayım demektir. Hâlâ da dedesini yakalayıp heykellerimi almak isteyen on yaşında müşterilerim var.”

Maria Kılıçlıoğlu ile edebiyattan da bahsettik. Çok okuyormuş. Özellikle de felsefeye ilgisi var. Heykellerini yaparken en çok beslendiği alan felsefe. Sergideki özgürlük heykelini düşünüyorum. Felsefeden ve feminizmden esinlenerek yapılmış bir heykel olduğunu fark etmemek zor. Sergilerin olmazsa olmazları koleksiyonerler. Biraz da onlardan konuşuyoruz. Maria Kılıçlıoğlu koleksiyonerlere çok saygı duyuyor: “Koleksiyoncuları hiç küçümsememek lazım. Koleksiyoncular çok kitap okuyan ve çok gezen insanlar. Size de devamlı takip ediyorlar. Parayı asla boşuna vermezler. Frekansı yüksek insanlar. Ben de frekansı yüksek bir kadınım ve demek ki diyorum onların da frekansı yükseliyor ve sizi buluyorlar. Ama bu bir yardım değil. Emeğine karşı verilmiş bir hak.”

“Tüm sergilerim düşlerimin birer ürünü”

Evrenin Nabzı‘na geri dönüyoruz. Bu sergi de mi düşlerinin sergisi diye soruyorum. Evet, diyor. Düşlerine çok meraklı. “Tüm sergilerim düşlerimin birer ürünü. Dediğim gibi heykele de babamı düşümde görerek başladım.”

Serginin adını şair Günseli İnal koymuş. Sergiye isim ararlarken devamlı bir sohbet içindeymişler. Günseli İnal bu ismi söylediğinde çok sevmiş. “Çünkü nabız ritm demek. Demek ki bu sergide bir dinamiz, bir ritm var.”

Babadan geçen bir meslekte heykelleri babasının çalışmalarından da izler taşıyor mu diye merak ediyorum. Benzemediklerini ve babasının o dönemin komünizm algısı çerçevesinde, sipariş üstüne çalışarak, daha çok anıtlar yapan bir heykeltıraş olduğunu vurguluyor. “Ama babamın çok fantastik bir kafası vardı. O anlamda ona çektiğime eminim.”

Bir taraftan da anıtsal heykeller yapmasına rağmen, gezip gördüğü yerlerden esinlenerek “Bu anıtlar heykel sanatını yeterince ifade etmiyor. Heykeller evimize de girmeli, masalarımızda kullanacağımız boyutlarda da olmalı.” diyormuş babası. Doğu Avrupa’nın o dönemi için etkileyici bir öngörü bu.

“Geçmişimizden korkmamamız lazım”

Maria Kılıçlıoğlu Türkiye’ye göç ettiği için hiç pişman olmamış. Heykellerinden birinde bir güverte
ve martılar var. Bu heykel momentum şeklinde ve Maria Kılıçlıoğlu’nun Türkiye’ye bakışını
simgeliyor. “Türkiye sorunları karşısında farkında değil ama hep daha ileriye giden bir ülke. Bir
tarih mozaiği. Bütün uygarlıklar buraya toplanmış. Şu da var. Geçmişimizden korkmamamız
lazım. Çünkü geçmişi olmayan geleceğe gidemez. Ülkenin bu bilincini hiç kaybetmemesi lazım.”
Sanatındaki prensibini de merak ediyorum. Özgün olmayı merkeze oturtan bir sanatçı O. Hâlâ
gidip birçok sergi geziyormuş ve şimdiki eşi Galeri Baraz’ın sahibi Yahşi Baraz ona neler
gördüğünü soruyormuş. Maria anlatmıyorum diyor. Çünkü özgün kalabilmek için gördüklerini
unutmak istiyor.

“Zaten doğadan ilham almamız yeterli. Ben esin ve enerjimi doğadan alıyorum. O kadar
seviyorum ki kuşları, çiçekleri… Hatta biri benim için ziraat mühendisi mi diye sormuş. Doğa
bana çok şey öğretiyor. Mesela sabırlı olmayı. Evrenin Nabzı için de üç yıl bekledim. Araya
başka fuarlar ve işler girdiği için erteledim. Ama hayatta doğru zamanlama diye birşey var. Bu
yüzden acele etmiyorum. Zaten benim tek misyonum sevgi dağıtmak ve bütünleştirmek.”

 

İLGİLİ HABERLER

Çok Boyutluluğun Peşinde: Erol Kınalı

Şair Gülten Akın Boğaziçi’nde anılıyor

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 21:45:04