A password will be e-mailed to you.

28 Ocak 2015 tarihinde Ankara’da ATO Congressium Salonu’nda İranlı meşhur şarkıcı (ve her nedense “İran’ın Bob Dylan’ı” diye lanse edilen) Muhsin Namcu (Mohseen Namjoo) bir konser verdi.

Önce şunu bir tespit edelim: Amerikalılar için “protest olayı” Bob Dylan olabilir ama (Rumî müstesnâ) Kasr-ı Şirin (1639) Antlaşması’ndan beri taşların yeri belli olan İran Halkına -bari biz-  daha incelikli ve müşterek kültür kodlarından yaklaşabilsek. Güftelerini Rumî, Hafız, Baba Tahir ve Attar gibi klasik şairlerden devşiren bir sanatçı için Bob Dylanlara gitmenin hiç de âlemi yok. Murat Meriç ne der bilmem ama Muhsin Namcu’yu, Bob Dylan yerine Aşık İhsani’ye benzetmek bile daha isabetli olur! Hoş yine de hedef tahtasını bile tutturmuş olamayız. Zira, bizim kültür hayatımızın bam telini Pir Sultan Abdal veya Dadaloğlu titretse de henüz Taşlıcalı Yahya, Nef’i, Neşatî veya Fuzulî’den derdimize derman bir dize yakalayabilmiş değiliz. Bu gazeller, mersiyeler, kasideler belli bir çevrenin ve hatta akademinin cenderesinden nasıl çıkar? Benzemeye korktuğumuz İranlılar’a sormak lâzım!

Biz sadece kelam-ı kadîmi değil; şiirimizi de, hüsn-ü hattımızı da, minyatürlerimizi de muhafazalar içinde saklıyor, hürmet kisvesi altında gözden ırak bir yerde tutuyoruz. Karagöz’e trafik kuralları anlattırmaktan öte gelenekle bir bağımız yok!

İran’da belli ki durum farklı. İşte tam da bu sebeple Namcu’nun seyircisi, sadece o an Ankara’da olan veya yaşayan İranlılar değildi! Fakat, İranlılar konser salonunun fuayesinde İsfahan sokaklarının gölgesindeki akrabaları kadar mesut ve rahatlardı. Alınlarından dudaklarının üstüne kadar dümdüz, kemersiz burunlarını kibirle değil ama mağrur taşıyan, boynunda Faravahar kolyesi ile orta yaşın üzerindeki şık hanımlar; gür, asi sakalları ile gençler; saçının üstünde idareten örtülmüş şalı, çok ve renkli makyajı ile genç kızlar ve torunu, yeğeni ile bir müşterek bulmaktan heyecanlı kanca burunlu erkekler arasında biz -lisân-ı Farsi’ye bigâne olanlar-, imrenerek bu kalabalığa baktık.

Ama malumunuz Ankara seyircisi başkadır! Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın spor salonundaki Beethoven 9. Senfoni konserinden “çağdaş Türkiye” damıtan; aynı orkestranın kendi konser salonunda; hac farîzasını  ifa eden müminler gibi sıkış-tepiş; merdivenlerde huşu ile kendinden geçen veya M.E.B. Şura Salonu’nun ışıkları söndüğünde -elinde bileti- ayakta kalmış, başı kesik tavuklar gibi oradan oraya koşuşan, cefakâr ama en kötü icraya bile defalarca bis yaptıracak kadar gani gönüllü sanat aşıklarıdır Ankara Seyircisi.

Çeşitli vesilelerle -özellikle- tiyatro sanatçılarının pek bayıldığı bu klişenin gerçekte nasıl bir karşılığı vardır, esasında pek de bilmiyorum. Ancak, 1997 senesinde İstanbul’da Alâeddin Yavaşça’nın Cemal Reşit Rey’deki konserine gittiğimde, taşra başkentinden gelen bir yeni yetme olarak, yanımda oturan kadının bütün konser boyunca şarkılara eşlik etmekte gösterdiği özgüven ve cesarete hayretle ikaz ettiğimde “Sen de duymayıver!” diye terslenmiştim. Kronos Quartet’e çok büyük önem atfettiğim aynı yıllarda, konserin sonuna doğru seyircilerdeki hareketlenme ile adeta kutsalıma hakaret edilmişçesine kızdığımı hatırlıyorum. Sinemadan bir filmin hangi marka otuz beşlik ile çekildiği bilgisini görmeden çıkmanın büyük saygısızlık olduğu fikri ile büyümüştük ne de olsa!

Konser salonlarımız daracık, kalabalık. Apartman dairelerinden bozma sinemalarımız ise daha beterdi. Yazımızın öznesi olan salon ise büyük fuayesi, rahat koltukları, yüksek tavanı, geniş koridorları ile oldukça gösterişli ve eski benzerleri ile mukayese edilemeyecek denli bakımlı bir mekân. Bir Kuzey Kore olmasa da il başkanları toplantısında, hıncahınç dolduğunda göz doldurduğu muhakkak.

Muhsin Namcu’nun seveni çoksa da salonda boş yerler de vardı. Bütçesini düşünüp ancak arka sıralardan yer alabilmiş dinleyiciler, merakla orta sıralarda öbek, öbek sırıtan boş koltukları takip ediyorlardı. Muhsin Namcu, teknik görevli gibi sahneye çıktığında kendisi ile iftihar ettik. Arkadaşları da peşi sıra -alayişe fırsat vermeden- yerlerini aldılar ve Reza Khan şarkısı başladı.

Eskiler hatırlar, konser başlamadan önce “gong” sesi ile seyirci ikaz edilir, insanlar yerini alır ve beklemeye başlardı. Sonraları cep telefonları ile birlikte “gong”un yeterli olmayacağı düşünülerek, sesli ikazlar da duymaya başlamıştık.

Muhsin Namcu’nun konserinde ise teamüllerin dışında bir şey oldu. Işıkların kararması ile birlikte (ki tamamen karanlık hiç olmadı), arka sıralardan önlere doğru resmen kavimler göçü başladı. Muhsin Namcu “…eeey millet… meydan-ı inkılab” diye bağırıp, değişen sokak cadde isimlerini vs. saydıkça, kalabalıklar resmen cesaretlendi. Daha biraz önce oturduğu yeri de beğenmeyip, daha da aşağıları gözüne kestirenler mi istersiniz; yoksa ardında kalan arkadaşlarını cesaretlendirmek için gerilere doğru el sallayıp, boş koltukları işaret edenler mi? Haksızlık olmasın, bu hareketlilik ilk yarının sonuna kadar aynı enerji ile devam etmedi tabi. Ancak, yerleşik düzene geçmek için konserin ara vermesini ve ışıkların yanmasını bekledik desek, o da yalan olmaz.

Konforlu koltuklar, geniş koltuk araları veya koridorlar gibi yeni fiziki şartlarla birlikte, teknolojinin de inanılmaz mesafe kat ettiği aşikâr. Mesela, cep telefonlarının hafızasının tüm bir konseri kaydedebilecek denli büyük olduğunu bilmiyordum. Ne yalan söyleyeyim, konserin sonuna doğru ben de iki fotoğraf çekmek mecburiyetinde hissettim kendimi. (Aradan sonra arka sıralarda kurda, kuşa yem olmamak için önlerde bir yere de iliştik; Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya ne hacet?)

Kayıt imkânlarının bu kadar umumu şamîl olmasının tabii neticesi, ancak biliyorsunuz bu cihazların bir de “telefon” işlevi var. Sessize alınan telefon çaldığında, telefonu açıp; geniş koridorlardan fuayeye çıkıp, konuştuktan sonra tekrar koltuğuna dönüp konsere (ne yazık ki, teknoloji o kadar ilerlemedi, kaldığın yerden değil ama) tekrar kulak vermek mümkün. Telefonunuzun zili çalmadığı sürece bunu defalarca yapmakta da beis yok anlaşılan.

Konser adabının bu denli değişmesine rağmen tesadüfen veya gönülsüz o salona gelen kişi sayısının çok az olduğuna da şehadet edebilirim.

Yanımızdaki gencin hareketli coşkusuna, konseri illa ki telefonunun led ekranından seyreden kızın bir yandan da şarkılara eşlik etmesine mutlulukla şahit oldum. Namcu ve seyircisi arasında, Bob Dylan ve seyirci arasındakine benzer bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Seyirci, ağabeylerini, sevdikleri bir arkadaşlarını vs. sahnede görmenin kıvancı veya uzun zamandır ayrı kalmış akrabaların hasreti gibi bir heyecan doluydu. Hatta Clapton’un “Leyla” şarkısının bestesinde mülhem Roo Dast şarkısını çalmadan önce “Leyla” kelimesini telaffuz ettiğinde; seyircinin “Ey Sareban” şarkısı ümidiyle tezahürat etmesi de sanatçı olarak Muhsin Namcu’nun benzetildiği iklimden ne kadar farklı bir yerde durduğunun ispatıydı.

Her güzel şeyin sonu var maalesef. Muhsin Namcu, raconu özetledi “…iki şarkı daha çalıp, sahne arkasına geçip alkışlarınızı bekleyeceğiz, sonra dönüp iki şarkı daha çalacağız; hatta Ey Sareban onlardan biri…” dedi.

Yeni neslin ne kadar evcimen olduğunu da bu vesile ile öğrendik; konserin başındaki kavimler göçü, konserin son çeyreğinde, tatlı bir eve dönüş telaşına dönüştü. Yerlerinden kalkan insanlar ferah koridorlarda, bir ayakları fuaye istikametinde, paltolarını giyerken bir yandan da çıkışa doğru seğirtmeye başladılar. Bu tatsız görüntüyü, sahne önüne doğru biriken başka bir kalabalık kamufle etti, neyse ki!

Işıklar yanıp, sahne boşaldığında o akşam Ankara’da yapılabilecek en doğru işi yapmış olmanın huzuru sanıyorum tüm seyircilerin ortak hissiyatıydı.  5 kişilik bu topluluk, görsel efektler veya parlak sahne şovlarından daha kalıcı bir tatmin duygusu yaratabilmişlerdi. Fakat, perküsyoncu Greg Ellis’i de ayrıca zikretmek lazım. Muhsin Namcu’nun sahnesinde rol çalmamasının yegâne sebebi, enstrümanlarındaki kemal seviyesinin ahlâkında da tezahür etmesi olabilir.

 

En nihayetinde, bunca müştereği ve koca bir tarihi paylaşan bizlerin, dünyanın kulak vereceği hikayeler bulamaması, yeni bir şeyler söyleyememesi ne hazin. Muhsin Namcu’yu bu yoksunluk hissini bir nebze teselli ettiği için de sevmiyor muyuz?

Daha fazla yazı yok
2024-05-09 09:20:55