A password will be e-mailed to you.

Hera Büyüktaşcıyan:  "Mekanların da size fısıldadığı şeyler vardır kendi ihtiyaçlarına ve ne şekilde görünür olmak istediğine dair."

Sotheby’s dahilinde düzenlenen At the Crossrads 2: Contemporary Art from Istanbul to Kabul ‘selling-exhibition’da çalışmalarının, Erol Akyavaş, Mehmet Güleryüz, Burhan Doğançay gibi isimlerin yanında yer almak üzerinde düşündün mü? İstanbul ve Kabul: Nasıl bir coğrafi konumlandırma bu? Ve elbette, müzayedede olmak ve olmamak, işte asıl mesele bu mu?

 Bu sergiyi kendi adıma bir müzayede sergisi gibi görmedim açıkçası… Bana göre bir müzayede sergisi için çok farklı ve belki de müzayede mantığına aykırı düşecek bir işle katıldım bu sergiye. Daha önce PiST/// ‘te sergilemiş olduğum mekana has bir yerleştirme olan “IN SITU’’ ‘nun küçük bir kesiti ile katıldım sergiye. Mekanın büyük bir kısmına dağılmış olan sabun kokusu mekana hakim oluyordu ve bir bakıma izleyiciyi kokunun geldiği yöne doğru çağıran bir özelliği vardı. Çok yerel bir hikayeden doğan ancak birçok farklı yerde kendi içerisinde farklı bellek okumaları yapabilecek bir işin bambaşka bir kentte sergilenmesi ve izleyicide ne tür çağrışımlar yapacağını tahayyül etmek benim için daha çok ön plandaydı.

 

Küratörlüğünü yaptığın 20 Dolar 20 Kilo projesi sayesinde neler keşfettin?

20 Dolar 20 Kilo benim için çok değerli ve sarsıcı bir deneyimdi. Birçok ‘ilk’i deneyimlediğim bir süreçti de denebilir. Öncelikle kişisel açıdan, sahip oluğum ikinci yarım olan Rum kimliğimi ilk defa bu kadar yakından tanıma ve derinine inme fırsatım oldu. Toplumsal açıdan yaşanmış olan birçok travma ve tarihe dair ailemden bildiğim bilgilerin ötesinde, benim için ve belki de toplumun büyük çoğunluğu için bilinmeyen ve görünmez olan yönlerini öğrenmeye başladım. Bütün bunları öğrenirken, kendi aileme ve kişisel belleğime dair zihnimde saklı olan tüm öğeler daha da anlamlanmaya başladı. İçerisinde yaşadığımız “şimdiyi’’, farklı bir açıdan görmemi ve esasında suçlama ve ötekileştirme politikalarının ne kadar çok hayatımızın içine nüfuz etmiş olduğunu gördüm. Ötekiliğe karşı çıkarken veya yaşanmış olan acı bir kaybın belleğini yaşatıp sorgularken esasında farkında olmadan da olsa, içgüdüsel bir biçimde kendimizin de başkalarını ötekileştirdiğini görmek benim için sarsıcıydı. Bu açıdan geçmiş farklı biçimlerde de olsa bir döngü gibi hep kendini tekrar ediyor gibi.

Şimdiki zamanda biri bana gelip de 20 Kilo’luk bir bavulla 20 Dolar gibi sınırlı bir para ile doğduğun ve yaşadığın yeri 48 saat içinde terk et dese nasıl hissederdim? O bavula hayatımın kaçta kaçını sığdırabilirdim? Yaşamıma dair sahip olduğum her şeyi geride bırakarak başka bir yerde hayatıma sıfırdan, hiç yaşanmamış gibi nasıl devam ederdim? Bütün bu sorular sergi süresince ve aslen sergi sonrasında zihnimde daha çok yer etmeye başladı sanırım. İçerisinde yaşadığımız zaman diliminde başka türlü birbirimizi anlayamayız. Sahip olduğumuz ortak bellek olan kente ve topluma ancak bu şekilde sahip çıkabiliriz gibi geliyor.


Hakikaten çok dramatik bir sergiydi, yükü fazlaydı, biz izleyici olarak dağılmışken; sen nasıl baş ettin bunca yükle?

Kolay bir süreç değildi elbette. Genelde çevremdeki birçok şeye veya duruma karşı duygusal açıdan yaklaşan biriyim. Bazen bu o kadar büyük bir yoğunluğa sahip oluyor ki geçmiş-şimdi birbirine geçip, zaman kavramı yok oluyor ve kendimi birdenbire o durumun içinde buluyorum. Kimi zaman olması gerektiğinden çok fazla içselleştirip sahipleniyorum ve bu gibi durumlarda duygusal ve zihinsel anlamda başa çıkmak güçleşiyor ve içerisinde yaşadığım an’a adapte olmakta zorlanabiliyorum. Ancak bu içselleştirme durumunu bu kadar yoğun yaşamasam ve birebir deneyimlemesem, sanırım aynı yoğunluğu izleyiciye de aktaramazdım. Gerek geçmişte gerekse herhangi bir zaman diliminde yaşanmış bir durumu, o olayı hiç deneyimlememiş ve bilmeyen kişilere anlatabilmenin ve aktarabilmenin tek yolu bu hissiyat kısmını doğru vurgulayabilmektir diye düşünüyorum. Bazı gerçeklikleri ne yazık ki sadece sarsıldığımızda anlayabiliyoruz ve fark edebiliyoruz. 1964 sürgünü gibi yakın tarihimizde yaşanmış olan bir trajedinin bugün bu zamanda anlaşılabilmesi için bu sarsıntı gerekliydi belki de.

 

Bu tür hassaslık taşıyan toplumsal konulara, projelerde sanatçı veya küratör olarak değinmek birbirinden nasıl farklılaşıyor sence? Mesafe nasıl ayarlanıyor?

20 Dolar 20 Kilo benim ilk küratörlük deneyimimdi ve bu anlamda bir sanatçı olarak nasıl bir mesafe almam gerektiği konusunu hep sorguluyordum. Serginin hazırlık aşamalarında kendi sanatsal pratiğimde izlediğim yöntemi ve dili kullanarak ilerledim. Ancak kendi öznel sanat üretimimden ayrıldığı nokta, vurgulanan konunun kendini ön plana çıkarması ve öznel olarak benden ayrılabiliyor olmasıydı. Bu anlamda bana göre aradaki en büyük farkı yaratan nokta, kendi sanatsal üretimimde değindiğim hikaye veya konuda kendi varlığımın da hissedilir olması… Ancak diğerinde ise vurgulanan konunun tekil olarak kendini varlığını sürdürmesi ve onu oluşturan katmanlar ile beraber ortaya çıkması söz konusu. Bu noktada küratör bu katmanların tekil biçimde ortaya çıkmasına aracılık ediyor bir nevi. Sanat üretiminde ise sanatçı ile eser arasında bir bağ söz konusu; ister görünür ister görünmez olsun, bu bağ bir biçimde varlığını hep sürdürebiliyor.

 

Çalışmalarında biçemi çoktan belirli olan şeylere, yepyeni anlamlar yükleyerek onların farklı yönlerinin keşfedilmesini sağlıyorsun. Yaptığın daha çok objeyi ruhen dönüştürmeye benziyor… Güzel sanatlara göre prodüksiyon süreci daha az zahmetli, ama düşünceleri kurmak zihnen daha ağır. El emeği ve fikir gerilimi üzerine ne demeli?

Sanırım prodüksiyon ve zihinsel yaratım süreci arasındaki yoğunluk her işe ve söz konusu objeye göre farklılık gösteriyor. Bazı objeler ilk gördüğüm anda zihnimle bağlantı kurup, çağrışımlar yapabiliyor ve kimi zaman iki farklı nesne anlık oluşan bir bağlantı ile bir araya gelip yeni bir kimliğe ve bedene sahip olabiliyor. Bu pratik çocukluğumdan bu yana geliştirmiş olduğum bir dil. Esasında bütün çocukların sahip olduğu bir özellik bu; birkaç farklı objeyi biraraya getirerek ondan farklı anlamlar çıkarmak veya nesnelerin çağrışımları üzerinden yeni karakterler yüklemek gibi. Kimi zaman fiziksel anlamda çok büyük bir prodüksiyon gerektirmeden çok spontane bir biçimde biraraya gelebiliyorlar… Uzun bir süre çevremde olup ancak bir gün birdenbire birbirlerininin çekim gücüne kapılıp birleşerek yeni bir bedene sahip olmak istiyorlar diye düşünüyorum. Kimi zaman ise bu durumun tam tersi de olabiliyor… Bende farklı çağrışımlar yapan ve benim zihinsel alanımla /belleğimle bağlantı kuran nesneler zihnimdeki düşünceye bağlanabilmek için bir üretim süreci geçirdikten sonra nihai formlarına kavuşabiliyor. Her iki durumda da kimi zaman ağırlıklı olarak zihinsel ve düşünsel bağlamda bir araştırma ve üretim söz konusu kimi zaman ise var olan düşünceye ulaşmak için gereken estetik anlamda bir üretim çabası/el emeği söz konusu.

 

Çalışmalarında hissettiğimiz domestik hisler, gündelik yaşantında nasıl bir yer kaplıyor? Kendi evinle aranda nasıl bir mekansal bağın var?

Ev benim için daha çok içsel olan, birşeyleri saklı tuttuğum yegane alan. Yaşamımıza dair en insani şeyleri gerçekleştirdiğimiz yer olmasının ötesinde, dış dünyaya dair biriktirdiklerimizi saklı tuttuğumuz ve dönüştürdüğümüz yer aynı zamanda. Bir nevi fiziksel belleğimiz de diyebiliriz ev için. Kendimize dair sahip olduğumuz her şeyin ‘kendimizleştiği’ ve ona göre bedenleştiği, içsel dünyamıza dair bir yansıtıcı niteliğine aynı zamanda. İşte bütün bu noktalar üzerinden ev benim için içride ve derinlerde olan. Bu anlamda zihinsel alanım ve evim benim için eşit değerde diyebilirim.

 

Körler Ülkesinin Karşısında serginde, kara ve deniz arasındaki ilişkiyi ele alarak biraz da ev’den uzaklaşıyor gibisin. Önceki çalışmalarınla nasıl ilişkilendirmeliyiz bu sergiyi? Her seferinde evin sınırlarını daha fazla zorladığını söyleyebilir miyim?

Esasında fiziksel olarak evden uzaklaşıyor gibi görünebilir ama bence ev ve içeride olan ile farklı bir açıdan bağlantı kuruyor. Sergide ağırlıklı olarak yer alan ‘görme ve uzakta olanı tahayyül etme’ meselesi bir bakıma içsel olan ile bağlanıyor. Balkonlar her ne kadar dışarısına işaret etse de, aslında evimizin bulunduğu mimarinin bir parçası… Kamusal bir alan olduğu kadar öznel de bir alan. Balkonumuzdan baktığımızda bir bakıma dışarıdayızdır ama esas olarak halen evdeyizdir. Fizksel çevreyi izlediğimiz yer olmasının ötesinde bir bakıma oturduğumuz yerden bizi zihinse lbir yolculuğa da çıkarır aynı zamanda… balkonda oturduğumuzda mutlaka bakışlarımız görünen fiziksel alanın ötesine geçer ve zihinsel bir yolculuğa çıkar… Adeta hayali bir gemi veya yolculuk aracına dönüşür. Sergide yer alan kara-deniz ilişkisi geçmiş ve şimdi arasında ilişki kurarken aynı zamanda içerisi- dışarısı ve zihinsel-fiziksel alanımızla da bağlantılı.

 

Eşyalarla hikaye anlatan biri olarak, gördüğün herhangi bir eşyayı farklı açılardan yorumlama alışkanlığın var mı? Mesela kontrast bakarak merak ediyorum, metaforu olmayan, yalnızca fonksiyonelliğine önem verdiğin objeler neler?

Her objeye karşı benzer bir yaklaşımım olduğunu söyleyemem. Çevremde var olan formları gözlemlemeyi seviyorum ancak hepsi ile benzer türde bir bağ kurduğum söylenemez. Beni çeken ve belleğimde yer etmiş belrili kodları taşıyan nesneler öncelikli olarak ilgimi çekiyor. Bu bir hissin, bir anın , bir acının veya okumuş olduğum ve beni çok etkilemiş olan bir cümle/kelimenin çağrışımını taşıyan bir obje/ form olabilir… Masa, sandalye, bronz objeler, ipler, kumaşlar, taşlar, tekerlekli kimi araçlar gibi daha birçok nesne. Belirgin olarak formundan etkilendiğim nesneler… Bunların dışında bir metaforu olmayan ve sadece fonksyonelliğini sevdiğim nesneler çok nadir sanırım… Bunlardan biri farklı renklerde olan ve çoğunlukla sınır çekmek için kullandığım bantlar… Esasında metaforik olarak sevdiğim objeleri fonksiyonel olarak da çok seviyorum diyebiliirim.

 

Eserle mekan arasındaki sınırları bulanıklaştıran çalışma türünde, estetik bağlamda öncelikli olarak hangi hususlara dikkat ediyorsun? Galeri mekanınla nasıl bir savaşın var? Var mı?

Mekanların da size fısıldadığı şeyler vardır kendi ihtiyaçlarına ve ne şekilde görünür olmak istediğine dair. Her mekanın bir zaman etkeni de var… İçerisinde biriktirmiş olduğu bir zaman var, ki bu hem onun karakterini hem de içerisinde var olmuş şeylerin de varlığını etkileyen bir durum… Bu anlamda sanat-mekan ilişkisine geri dönecek olursak…

Ne sergilenen eser mekanı öldürmeli, ne de mekan eserin önüne geçerek onun varlığını ezmelidir. Özellikle belirli bir kimliği ve tarihsel geçmişi olan mekanlarda bu daha belirgin olan bir durum. Galeri Mana’nın mekanı da bu anlamda kendine has bir kimliği ve tarihi olan bir yapıda ve bu anlamda bu serginin oluşmasında hem aracılık etmiş hem de farklı dönemlerde üretmiş olduğum işlerle de bir diyalog oluşturup onu bünyesinde var edebilmiştir.

Daha fazla yazı yok
2024-05-18 15:51:45