A password will be e-mailed to you.

"Sanatın egemen güç karşısında gerçekleri söyleme savaşı uygarlığın kendisi kadar eski bir olgu. İstanbul’da ise bu sene her zamankinden daha kanlı geçiyor."

Çeviri: Nazlı Bilgiç
 

Ülke politik bir krizin eşiğindeyken, kültür muhafızları nasıl bir pozisyon almalıdır? Durumu görmezden gelmek, Roma yanarken sefa sürmeye benzer. Benimsemek ise binlercesinin öfkesini uyandırma riskini göze almayı gerektirir.

Bu seneki İstanbul Bienali küratörü Fulya Erdemci, ikincisini seçti. Anne Ben Barbar mıyım? adını verdiği sergi, kamusal alanda sanat ve toplumun rolünü konu alıyor. İstanbul halkıyla arasındaki bağı kuvvetlendirmek adına, Bienal’in ücretsiz olması ve kamuya açık alanlarda gösterimler düzenlenmesi öngörüldü.

Üstelik şehrin bütün bir yaz boyunca sivil protestolara sahne olması, onu tam da Bienal konusuna yaklaştırıyordu. Hükümetin halkın gözbebeklerinden biri olan Gezi Parkı gibi bir kamusal alanı yeniden düzenleme planlarıyla tetiklenen eylemler, AK Parti tarafından kültürleri İslamlaştırmaya çalışılan seküler Türklerin endişelerinin artmasıyla alevlendi. Hükümet ise bu duruma biber gazı ve tomalar ile cevap verdi. Yüzlerce insan yaralandı ve bazıları hayatını kaybetti.

Erdemci ve ekibi eylemcileri desteklediler (katalog yazısı “bu muazzam dayanışmanın hazzını” methediyor). Bununla birlikte, geçen hafta Bienal’in açılmasıyla, barışçıl zamanlarda bazı kışkırtıcı sorular gündeme gelmeye başladı: Kimi seçiyorsun? Kimin parasını alıyorsun? Nerede konumlanıyorsun? gibi tepkiler, bir serginin kolaylıkla kaldıramayacağı gerginliklere yol açtı.

Gerçekten de Erdemci, İstanbul’un alt yapısını radikal bir şekilde değişime uğratacak kentsel dönüşüm erklerinin karmaşık sistemleriyle yüzleşmek için yoğun bir çaba gösterdi. Geçtiğimiz baharda “kamusal olan, küresel finansal emperyalizm ve yerel toplumsal yapı bağlamında nasıl sanatsal ve politik özne haline gelir” konulu bir dizi konferansın düzenlenmesine ön ayak oldu.

Elbette ki “küresel finansal emperyalizm” olmaksızın çağdaş sanat dünyası yoluna devam etmekte zorlanırdı. Özellikle İstanbul gibi, zengin ailelerin koleksiyonculuk alışkanlıklarının sanat pazarında patlama yarattıkları bir yerde bu daha da gözle görünür hale geliyor. Başka bir deyişle, şehir (hala sahayı ele geçirme savaşı içinde olan)iki çeşit çağdaş sanat fuarcılığına ev sahipliği yapıyor; birbirinden farklı yüzlerce galeri ve bir grup özel müze. Kaçınılmaz olarak şehrin modernizasyonundan çıkar sağlayanlar ise hep aynı aileler.

Bienal ise işbirliğinden kaçınmıyor. Ana sponsoru Vehbi Koç Vakfı, Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri olan Koç Holding’in kültür ayağı. Seküler konumundan hiç vazgeçmeyen Koç, hükümetle olan anlaşmalarını iptal ederek AK Parti’yle bağlarını kopardı ve bu bir gerilime yol açtı.

Yine de Bienal kamu programı sürecinde, Koç bağlantısı nedeniyle öfkelenen sanatçılar performansı engellediler ve Erdemci’nin tepkisini filme aldılar. Erdemci ise polis çağırdı ve yönetmeni dava açmakla tehdit etti. Daha sonra ise tepkisinden dolayı özür diledi.

Görünen o ki Bienal’in özgürlük muhafızı olma iddiası tehlikeye girmiş durumda. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dehşete düşürücü şeyler yaptı, fakat Bienal’in açılış haftası boyunca, İstanbul’un en gösterişli evlerinde ifade özgürlüğü için yapılan sanatsal mücadeleye yönelik kışkırtıcı konuşmaların duyulması daha da sinir bozucu geldi. Nihayetinde onlar evlerinde refah içinde Erdoğan’ın zaferini önceleyen, yılların militer gücüne sırtlarını dayamışlardı.

Ayrıca, yönetmen ve sanatçı Kutluğ Ataman bu yaz, Koç Holding’in Yönetim kurulu başkan yardımcısı ve İstanbul’un en önemli koleksiyonerlerinden biri olan Ömer Koç’un kendisinden desteğini çektiğini, bunun nedeninin ise verdiği bir TV röportajında Erdoğan hükümetini yeterince eleştirmediği olduğunu iddia etmişti. Hemen ertesinde Koç açıklamaları reddetmişti.

Erdemci ise Koç sponsorluğunu şu sözleri ile savunuyor: “Bir araç, bir mekanizma. [Sanki] bir akıllı telefonunuz var, fakat bunu üreten bir çocuk işçi”.

Bir başka sorun da Erdemci’nin kamusal alanda yapılacak gösterimlerden vazgeçmiş olması. “Bizi baskılayan kişilerden izin almak nasıl bir şey olurdu? Bu şekilde varlığımızı yokluk üzerinden kurmuş oluyoruz” şeklinde kendini savundu. Sonuç olarak ise şu an sanatçıları, özel sermaye tarafında finanse edilen, Vehbi Koç Vakfı’na ait Arter ve Garanti Bankası hanedanlığına ait Salt mekanlarını paylaşıyorlar.

Kaçınılmaz olarak, bazı eski hikâyeler de sergiyi tehlikeye sokuyor. Bienal’in ana mekânı, rıhtım ambarı Antrepo da başka bir hayal kırıklığı oldu. Bina yıkılacaklar arasına alınmıştı ve belki de bu sergiyle dokunaklı bir şekilde son eserini verecekti. Fakat sergi açılışında karşımıza çıkan Türk sanatçı Ayşe Erkmen’in duvara çarpan gülle topu çalışması, hayal gücünden yoksunlukla gösterime gölge düşürüyor. Bu huzursuz mağara, Antrepo, çalışmanın büyük bir bölümünü boğuyor.

Sınırlarını belgesel yoluyla bulanıklaştıran sanat daha ilgi çekici olmakla birlikte, çoğu zor metinlere dayalı bu projeler onu katı, soğuk ve analitik kılıyor. Gezi Parkı’ndan Lima’ya, New Jersey’den Filistin ve Sao Paulo’ya, birçok çalışma izleyiciyi kentsel dönüşüm ve sonucunda ortaya çıkan sosyal adaletsizlik konusunda dünya turuna çıkartıyor. Yine de hikâyelerin bağlantısız doğası seyircinin harekete geçmesine değil, afallamasına neden oluyor. Birçok sanatçı bundan iyisini hak ediyor. Örneğin Hollandalı sanatçılar Wouter Osterholt ve Elke Uitentuis tarafından canlandırılan taş elin hikâyesini göz önüne alalım. Türk-Ermeni sınır şehri Kars’ta bulunan ve başbakan tarafından yıkılması emredilen heykel, iki ülke arasındaki dostluğun anıtı olarak değerlendiriliyordu. Sanatçılar, bu yıkılan heykelden esinlenerek meydana getirdikleri el çalışmasını Kars’ta gezdirdiler, halkın skandal hakkındaki görüşlerini dinlediler ve insanlardan el kalıpları aldılar. Bu eller ise yıkılan heykelin yerine dikildi ve hemen ardından polis tarafından kaldırıldı.

İlgi çekici çalışmalardan biri de Hollandalı kolektif Rietveld Landscape’in  “Yoğun Bakım” çalışması. Kolektif, insan varlığına duyarlı ışık çalışmasını aslında AKM’nin içine kurmak istemişti. Bu fırsata erişemeyince çalışmanın bir modelini çıkartarak Antrepo ’da karanlık bir alanda sergilediler. Dışarıdaki fikirlerin kakofonisinden sonra, bu yanıp sönen meydanın sakin ve şiirsel kışkırtıcılığı zihni dinginleştiriyor ve hayal gücünü harekete geçiriyor. Neredeyse benzer bir etkiyi Halil Altındere’nin Harikalar Diyarı (2013) filminde hissetmek ise ilginç oldu. Film, Roman hip-hopçuların İstanbul’daki kentsel dönüşüme karşı duydukları lirik öfkeyi seslendirişlerini konu alıyor.

Neyse ki sosyo-politik bağlamın dışında şiirsel büyüsellik üretebilen sanatçılara Galata Özel Rum İlkokulu’ndaki gösterimlerde rastlayabiliyorsunuz. Burada en ilgi çekici çalışma Berlinli sanatçı Annika Eriksson’un “Ben hep burada olan köpeğim” adlı filmiydi. Sanatçı, İstanbul’dan sürülen bir köpeğin hikâyesini kâhince bir anlatımla ele alıyor: “ Burada yaşadılar sonra geldiler sonra yok oldular ve şimdi geri döndüler”, “Bu binaların inşa edildiğini ya da yıkıldığını hatırlayamıyorum”. Modern Türkiye tarihinin, yıkıcı güç karşısındaki çaresizliğinin bir tezahürü.

Erdemci’nin temasına dolaylı olarak yaklaşan sanatçılar ise en derinlerde yatan edebi temsilleri ortaya çıkarmışlar. Elmgreen ve Dragset, en başarılı kamusal projeye imza atmış. 2003 yılında gerçekleştirdikleri performansa geri dönerek, okul sıralarında günlük tutan genç adamlara yer vermişler. Yukarı çıktığınızda, karanlık bir odada bu sessiz yazarlarla karşılaşmak, etik kamusal otorite olmayınca, kişisel özgürlüğün mahkum edildiğini hatırlatıyor. Yukarıda, Arjantinli ikili Martin Cordiano ve Tomás Espina’nın çalışmalarında, Balzac’ın romanındaki göçmen evin replikasının yeniden canlandırması, Che Guevara posteri ve duvarda buruşmuş bir National Geographic haritası görüyorsunuz. Bir takım kırık nesneler -gözlükler, çanak çömlekler- sürgünün bir bedeli olarak fiziksel parçalanmayı ortaya koyuyor.

Sergi bazı çalışmalarla kuralları yıkıyor ve bir şekilde zaferi kazanıyor. Bu serginin mutlaka görülmesi gereken çalışması ise, Rum İlkokulu’nun en üst katında yer alan “Mülksüzleştirme Ağları”. Burak Arıkan önderliğinde İstanbullu sanatçılardan meydana gelen kolektifin projesi, dijital haritalama programıyla kentsel dönüşümde devlet, iş dünyası ve medya patronları arasındaki ilişki ağlarını -Bienal’i düzenleyen İKSV’nin sponsorlarından Eczacıbaşı Holding de dâhil olmak üzere- ortaya koyuyor. 

Bu can sıkıcı grafikler, kapitalizmin toplumda yol açtığı hasarlardan umutsuzluğa düşerek Marksist teorilere yönelen Amerikalı radikal şair Adrienne Rich’in çizgisini anımsatıyor. “Her tür dil şiirsel anlatıma düşer, istesek de istemesek de”. Sanatın egemen güç karşısında gerçekleri söyleme savaşı uygarlığın kendisi kadar eski bir olgu. İstanbul’da ise bu sene her zamankinden daha kanlı geçiyor.


Çeviri
: Nazlı Bilgiç

Bu metin, ilk olarak, 20 Eylül 2013 tarihinde Financial Times’da yayınlanmıştır. Metnin özgün haline aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz:

http://www.ft.com/intl/cms/s/2/841411a2-204a-11e3-9a9a-00144feab7de.html#axzz2g2xmGEPO

Daha fazla yazı yok
2024-05-07 16:35:10