A password will be e-mailed to you.

37.İstanbul Film Festivali’ne açılış törenini ve dört film izleyerek başladım. İşte izlenimlerim:

Açılış töreni – Cem Davran’ın sunduğu tören sponsorlara plaketlerin verilmesi, festivalin çeşitli bölümlerindeki filmlerin tanıtım videolarının yayınlanması ve geçen festivalden bu yana yitirdiğimiz sinemacıların anılmasıyla başladı. Hemen her yıl olduğu gibi Türkiye sinemasının ağırlıkta olduğu onursal ödüllerin dağıtımı oldukça dokunaklıydı. Yeşilçam ile özdeşleşen, izleyicilerin yıllardır bıkmadan izlediği popüler yapımlara imza atan yönetmen Aram Gülyüz, yapımcılığı kadar sinemacıların müdavimi olduğu Çiçek Bar’ın işletmecisi olarak tanınan Arif Keskiner, Yeşilçam’ın son dönemine yetişen ve çilekeş kadın rollerine damgasını vuran Perihan Savaş ile İstanbul’un son görkemli tarihi salonu Atlas Sineması’nın özverili ve kibar müdürü Cevdet Pişkin izleyicileri duygulandırdı. Hepsi de vefa gösterip, alçakgönüllülükle kariyerlerine emeği geçen, birlikte çalıştıkları, çoğu artık aramızda olmayan sinemacıları andı.

Lean on Pete – Festivalin açılış filmi Lean on Pete, depresif denebilecek kadar fazla duygusal bir Amerikan bağımsız yapımı. Ama bir şekilde oldukça ünlü oyunculardan oluşan bir kadroya sahip. Bu kadronun içinden, Vikingler adlı kült televizyon dizisindeki Ragnar Lothbrok rolüyle üne kavuşan Travis Fimmel’in açılışa gelmesi sanırım filmin seçiminde etkili olmuştur. Avustralyalı yakışıklı yıldız, rocker’ı andıran Ragnar’ı canlandırdıktan sonra birdenbire karşımıza yelekli gri takım elbise içinde çıkınca filmden daha ilginç göründü. Film, nerede iş bulursa oraya yerleşen babasıyla yaşayan, yıllar önce babasının arasının bozulduğu bir halasından başka kimsesi bulunmayan 15 yaşındaki bir çocuğun, Lean on Pete adlı bir yarış atına bağlanmasını pek de inandırıcı olmayan ve yer yer melodrama kaçan bir öykü çerçevesinde anlatıyor.

 

Yeşil Sis – Guy Maddin’in San Francisco’da çekilmiş filmleri montajlayarak yaptığı Yeşil Sis hem bu kente hem de Amerikan sinema tarihinde bir yolculuğa çıkardı izleyenleri. Maddin, Galen Johnson and Evan Johnson ile birlikte yaptığı bu filmde Körfez bölgesinde çekilen film ve dizilerden sahnelerden Hitchcock’un bu kentte geçen başyapıtı Vertigo’ya bir saygı duruşunda bulunuyor. Kronos Quartet’in seslendirdiği Jacob Garchik bestesinin baskın olduğu, neredeyse diyalogsuz bu kolaj 63 dakikada birbiriyle ilişkisiz sahnelerden Vertigo’yu adeta baştan yaratıyor. Üstelik tek bir sahnesini bile kullanmadan! Elbette sinefillere hitap eden bir film bu, bütünü oluşturan parçaları teşhis ve onlardan Vertigo’nun yeniden inşasını takdir etmeyi gerektiriyor.

 

Zehirli Köylere Bir Yolculuk Fernando Solanas, 1992 tarihli şiirsel Yolculuk filminden yıllar sonra yeniden bir yolculuk çekmiş… Ama bu kez ülkesi Arjantin’in kirletilmiş doğasına ağıt ve çok geç olmadan doğal tarıma dönüş için bir uyarı niteliği taşıyan, çevreci bir belgeselle. Solanas’ın filmografisine aşina olanlar onun Arjantin’de cunta dönemine odaklı işler yaptığını hatırlayacaktır. Bu film ise “Eski siyasi dertler ne güzelmiş meğer!” dedirtiyor insana! Diktatör belli, militarizm belli, işkence belli, hapishane belli, mücadele yöntemi belli… Gel de bütün gezegeni genetiğiyle oynanmış tohumlarıyla dölleyen çok uluslu şirketlerle, orman alanlarını yok eden, aşırı ilaçlamayla ürünleri, toprağı, suyu, havayı zehirleyen, solucanları, böcekleri, arıları, kuşları yok eden endüstriyel tarımla uğraş! Arjantin’in tarım bölgelerine yolculuk eden  Solanas, belgeseli ülke ekonomisinin soya tarımına endekslenmesinin yol açtığı sorunlar üzerine kuruyor. Biyo-çeşitilliği öldüren, orman talanına neden olan, yerli halkları, küçük çiftçileri ve kırsal kesimde yaşayanları mağdur eden, zehirlenmelere yol açan endüstriyel soya tarımını sorguluyor. Bir yandan da sebze meyve yerken vücudumuza vitamin ve mineraller kadar toksik maddeler de aldığımızı vurguluyor ve organik tarımın gerekliliğine işaret ediyor.

 

Fransa’da Bir Mevsim – Çad kökenli Fransız sinemacı Mahamet Saleh Haroun, Afrika’nın yüzyıllarca sömürülmesinin günümüze yansıyan sorunları üzerine yaptığı filmlerle tanınır. Bu kez Afrika’da değil Fransa’da geçen bir öyküyle, Avrupa’nın sığınmacılara kapılarını kaparken ikinci bir kolonyalist katliam yaptığını gözler önüne seriyor. Afrika’yı kuraklık yetmezmiş gibi iç savaşlarla kavrulmaya terk eden Avrupa ülkelerinden Fransa’nın kendi kültürüyle yetişmiş eski kolonilerinden gelen sığınmacıları nasıl bir umutsuzluğa sürüklediğini ve yersiz yurtsuzlaştırdığını gösteriyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nden kaçarken karısı öldürülen bir Fransızca öğretmeni, iki küçük çocuğu kıt kanaat geçinirken sığınma talebi reddediliyor… Ülkesinde felsefe öğretmeni olan, birlikte kaçtıkları arkadaşı da aynı kaderi paylaşıyor. Ne sevdikleri kadınlarla medeni birliktelikler kurabilen ne özledikleri hayata kavuşabilen iki kitap kurdunun mahkum edildiği sefaletin insanca bir izahı olmadığını vurguluyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-08 17:19:46