A password will be e-mailed to you.

43. İstanbul Müzik festivali direktörü Yeşim Gürer Oymak bu yılki festivalin içeriğini anlattı:

‘"Küreselleşmenin etkisiyle kültürel farklılıkların hızla yok olduğu dünyamızda, klasik müzik geleneğinin yerel ritm, armoni ve tınılarla nasıl zenginleştiğini bu festivalde hep birlikte izlerken, diğer yandan tarihi kimlik ve kültürel zenginliklerin tasvir edildiği pek çok eseri de “kültürel manzaralar” temalı 43. İstanbul Müzik Festivali’nde dinleyeceğiz." 

 

– Bu sipariş beste önemli. Bunu konuşalım mı? Niyazi Tura’yı tercih etmenizin nedeni dedesinin Çanakkale Gazisi olması mı? Bir de tabii neden daha sivil konular yerine savaşla ilgili bir beste?

Hasan Niyazi Tura’ya eser siparişini verdikten sonra bu detayı öğrendik aslında. Her yıl festivalin eser siparişini verirken danışma kurulumuzda bu konuyu uzun uzadıya tartışır, hangi bestecinin müzikal dilinin vereceğimiz eser siparişine daha uygun olacağını tartışırız. Hasan Niyazi Tura daha önce de bu konuyu Çanakkale Şehitleri için Senfonik Şiiri’nde ele almış olduğu için tercihimizi ondan yana kullandık. Çanakkale Savaşı aslında pek çok bestecimize ilham kaynağı olan destansı bir konu. Necil Kazım Akses’in Ölümsüz Kahramanlar başlıklı 6. Senfonisi, Çetin Işıközlü’nün “Çanakkale Kahramanları” adlı oratoryosu gibi daha pek çok bestecimiz bu konuyu ele almışlar. Çanakkale Savaşı sadece bizim için değil, tüm dünya için son derece hazin ama bir o kadar da kahramanlıklarla dolu, dünya tarihinin seyrini değiştiren bir savaş.

 

– Uzun yıllardır bu festivali büyük bir özveri ve titizlikle düzenleyen biri olarak festivalle klasik müzik sevdirilir mi? Öyle bir tespitiniz çalışmanız var mı mesela zaman içinde şu kadar festival izleyicisi gençleşti gibi?

Böyle bir çalışmamız ya da tespitimiz yok, ama 43 yıldır sürekliliği olan bir festival artık insanların ve yapıldığı şehrin hafızasına yazılıyor. Festival olarak biz tek başımıza 1 aylık bir sürede klasik müziği sevdiremeyiz. Her kurumun bu konuda kendi üzerine düşen sorumluluklar var. Ne mutlu ki artık yıl boyunca İstanbul’da sürekli konserler dinleyebiliyor, büyük yıldızları ve orkestraları seyredebiliyoruz. Ancak yine de daha geniş kitlelere ulaşmak için atacak çok adımımız var. Biz geçen yıl İstanbul’un çeşitli parklarında ve açık hava alanlarında ücretsiz “Haftasonu Klasikleri” konserlerini başlattık. Bilet alamayan, klasik müzikle güne başlamak isteyen ya da “klasik müzikle henüz tanışmamış kitlelere çoluk çocuk her hafta rahat bir ortamda müzik dinleterek bu müziği sevdirmeyi amaçlıyoruz.

 

-Klasik müziğin bu ülkede geleceğinin evriminin en büyük engeli nedir sizce?

Çocukların gerçek anlamda müzikle tanıştığı ilkokullardaki müzik dersinin yetersizliği bence en büyük engel. Çocuklara çok sesli müziği tanıtacak ve sevdirecek bir ders programı olsa,eminim çok farklı bir yerde olur, hiç değilse İstiklal Marşı’mızı daha doğru düzgün söyleyebilirdik. Bugün okullarda adeta çocuklara müziği sevdirmemek için yapılmış bir müfredat uygulanıyor. Zaten müzik, resim gibi dersler angarya gibi görülüyor. Okullarda müzik eğitiminde çok sesli müziğe yer verilse, eminim gelecek nesiller birbirlerini dinlemeye ve diğerini fikrine saygı göstermeye başlarlar.


-Festivalde sizi en çok yoran strese sokan hangi konser oldu? Ona gidelim!

Deutsche Kammerphilharmonie Bremen’in konserleri beni çok yoruyor. Enstrümanlar karadan, yolcular havadan ayrı ayrı geliyorlar, iki ayrı mekanda konser veriyorlar. Enstrümanlar hergün bir yerden başka yere taşınacak. Bir yandan orkestra üyeleri Barış İçin Müzik Vakfı’nda 2 gün boyunca ustalık kursları verecekler, provalara ve konserlere yetişecekler. Konser günü gelen solistinin geliş-gidiş saati ayrı bir stres konusu. O konserlerin ritmi biraz baş döndürücü.

 

-Geçmiş hangi festival ve konseriniz büyük stres kaynagı olmuştu?

2011 yılında Gustavo Dudamel yönetiminde 250 kişilik Simon Bolivar Senfoni Orkestrası ile El Sistema Haftası yapmıştık, 2 konserin yanı sıra Galata Meydanında film gösterimi, açıkhava etkinlikleri, paneller yapmıştık. Hakikaten inanılmaz yorucu ama bir o kadar da mutluluk duyduğumuz bir iş olmuştu. Her festivalin mutlaka stresli anları oluyor. En büyük stres kaynağı son dakika sanatçı iptalleridir bizim için. Sanatçı hastalanır, düşer elini incitir ve konsere gelemez. Bizim için en büyük stres onun yerine çıkacak sanatçıyı bulmaktır. 24 saat içerisinde yeni sanatçı bulduğumuzu bilirim. Yeni bir sanatçı sahneye çıkar ama nasıl çıkar, bir biz biliriz.


-Bu yıl sizin izleyip de uçtuğunuz, en etkilendiğiniz konser hangisi oldu?

2010 yılında Festivalde Dünya Prömiyerini yaptığımız ve Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü verdiğimiz Arvo Part’in Adem’in Yakarışı üzerine Robert Wilson’ın sahneye koyduğu Adam’s Passion adlı eserde ayaklarım yerden kesildi.


-Burada zamanla programı oluştururken kriterleriniz değişti mi? Festivallerin zaman içinde içeriğinden o ülkenin geçirdiği kapitalist evrimi anlamak mümkün aslında o yüzden geçmişten bugüne sponsor içeriği etkiliyor mu? Sponsorların kolay herkesin seveceği istek parçaları oluyor mu?

Evet, zaman içerisinde kriterlerim değişti. Örneğin her yıl birkaç besteciye eser siparişi vermek, festivalde daha fazla dünya ve Türkiye Prömiyerine yer vererek Türkiye’de ve dünyada müzik üretimine katkıda bulunmak bizim festival olarak üstlendiğimiz en önemli misyonlardan biri. Bunun dışında genç Türk sanatçılarını dinleyicilere tanıtmak, eğitimlerine katkıda bulunacak çalışmalar düzenlemek, Türk ve yabancı sanatçıları özel projeler etrafında toplamak bizim en çok önem verdiğimiz konular. Festivalin artistik çizgisi her zaman bizim önceliğimiz, ancak sponsorlardan gelen isteklere de kulaklarımızı tıkamıyoruz. Onlarla ve seyirciyle etkileşim içerisinde olmak zorundayız.

 

-Türkiyeli klasik müzikseverin nasıl bir kulağı var sizce? Ne sever? Neye dayanamaz ve ne zaman alkışta tutturur?

Bence bizim dinleyicinin çok iyi ve çok eğitimli bir kulağı var. Çağdaş müzikle ilgili kimi zaman çekimser davransa da, özellikle eser siparişlerimizin dünya promiyerlerine inanılmaz büyük bir ilgi gösteriyorlar.


-Klasik müziğin parklara açılımına devam?

Geçen yıl parklarda konserlere başladık, bu yıl sayısını da arttırdık. Artık her haftasonu sabahları parklarda ve açıkhava mekanlarında klasik müzik konserlerimiz olacak.

 

-Yeşim Gürer Oymak klasik müzikten başka mesela hiç punk dinlemez mi?

Sanırım punk dinlemiyorum ama Rock, Caz, Dünya Müziği, Salon IKSV sayesinde tanıdığım Olafur Arnalds, Nils Srahm ve Ane Brun’ü seviyor ve dinliyorum.

 

-Punk deyince aklınıza ilk kim gelir hangi şarkı grup?

Punk dinlemiyorum ama Ane Brun’ün “Rarities” ve Olafur Arnalds’ın “For now I am Winter” albümlerini çok dinliyorum. (Sağolasın Bengi ÜnsalJ) -Ergenlikte kimleri dinlerdiniz? Eskileri sorunca daha iyi cevap verebilirim. Queen, Prince, Stevie Wonder, Cyndie Lauper, Police, Sting’i çok severek dinlerdim.

 

-Orkestra şeflerini önemsiyorum ben bizim gibi coğrafyalarda. Müziği sevdirme güçleri de var nefret ettirme de… Ne dersiniz? Sizin iyi şef tanımınıza ne girer? Elbette kim girer?

Artık eski otoriter orkestra şeflerinin yerine günümüzde seyirciyle iletişim kurabilen, ayakları yere basan, klasik müziği geniş kitlelere yaymayı bir sosyal sorumluluk görevi olarak gören yeni bir şef kimliği var. Bunu başarabilenler hakikaten klasik müziğe büyük bir hizmette bulunuyorlar. BIFO’nun şefi Sascha Goetzel’i bu anlamda gerçekten çok başarılı buluyorum. Çok kısa sürede Türkiye’de çok geniş bir kitle tarafından benimsenip sevildi. BIFO’daki görevinin yanısıra Barış İçin Müzik Orkestrası’nın müzik direktörlüğünü üstlenmesi, onun klasik müziği geniş kitlelere ulaştırma görevini ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor. Yurtdışındaki orkestra şeflerini sorarsanız, Mariss Jansons’ı tek geçerim, o benim idolümdür. Ama müziği geniş kitlelere sevdirmek denince Simon Rattle ve Gustavo Dudamel hemen ilk aklıma gelen isimler.

 

-Programın kültürel manzaralar temasından özellikle bahsedelim mi?

Programın “belkemiği” olarak adlandırdığımız festival teması gerçekten üzerinde en çok çalıştığımız, araştırma yaptığımız alan. Öncelikle belirlediğimiz birkaç tema üzerinde repertuar araştırması yapıyor, ardından tema belirlendikten sonra sanatçılarla birlikte temayı destekleyecek fikir alışverişleri yapıyor, eserlere karar veriyoruz. Bu temayı belirlerken daha çok farklı kültürlerin müziklerindeki yerel ve folklorik özelliklerinin altının çizildiği , ülkelerin kültürel kimlikleriyle özdeşleşmiş müzikal değerlerin ön plana çıktığı konser programları oluşturmaya ve bu özellikteki eserlere yer vermeye çalıştık. Küreselleşmenin etkisiyle kültürel farklılıkların hızla yok olduğu dünyamızda, klasik müzik geleneğinin yerel ritm, armoni ve tınılarla nasıl zenginleştiğini bu festivalde hep birlikte izlerken, diğer yandan tarihi kimlik ve kültürel zenginliklerin tasvir edildiği pek çok eseri de “kültürel manzaralar” temalı 43. İstanbul Müzik Festivali’nde dinleyeceğiz.

 

-Bir de tabii ödülden? Borodin Quartet’e verilecek olan…

Oda müziği repertuvarındaki yetkinlikleri ve eşsiz ton güzelliğiyle günümüzün en uzun soluklu topluluğu olan, yorumları bugün “referans” olarak gösterilen Borodin Quartet’e 70. Yıllarında Yaşam Boyu Başarı Ödülü vermek boynumuzun borcu.

 

-Bir söyleşiniz olacak Belle Epoque dönemi üzerine… En yaşamak istediğim dönemlerden. Peki ya sizin?

Gerçekten bir zaman makinesi olsa, ilk gitmek istediğim dönem o dönemdir. Hele bir de Stravinsky, Picasso ve Nijinsky’nin arkadaşı olabilseydim….

 

-Genç piyanist Can Çakmur sanıyoruz ki festivalin en genci değil mi ?

Bu festivalin en genç solisti Can olacak, evet.


-Şahsen ben Tayfun Erdem’i de hiç bilmiyordum. Ondan da söz etmeli…

Tayfun Erdem benim adını duyduğum, ancak fazla eserini tanımadığım bir besteciydi. Berlin Filarmoni’nin 12 cellist’nin Tayfun Erdem’in “Mavi Kelebeklerin Marşı” adlı eserini seslendireceğini öğrenince çok sevindim. Eserin hikayesi oldukça sarsıcı: Erdem bu eseri ağır bir hastalık nedeniyle tüm vücudu felç olan ve yaşamını 14 yıldır tekerlekli sandalyeye bağlı olarak sürdüren, ama yaşama bağlılığını kaybetmeyen ve hep gülümseyen sevgilisi Margit’e adamış. Böyle bir aşkın önünde sessizce, saygıyla eğiliyorum.

 

-Tabii bir de Fazıl Say maratonu var. Onun besteciliğine değil piyanistiliğine vurgun olanlar var. Bu bitmeyen bir tartışma. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Genel bir deyişle “Renkler ve zevkler tartışılmaz” diye cevap verebilirim ancak bu konuda. Ancak gerçek olan bir şey var ki, Fazıl Say bu topraklardan yetişmiş en yetenekli ve en önemli sanatçılardan biridir. -Çin’in çağdaş sanatta olduğu gibi klasik müzikte yükselişte olduğunu iddia edenlerden misiniz? Kesinlikle öyle. Adını söyleyemediğim onlarca Çinli müzisyen her yıl festivale başvuruyor. Hepsinin mükemmel olduğunu söyleyemem ama enstrümanlarındaki teknik yetkinlik anlamında gerçekten inanılmazlar. Müzikal derinlik ve zevk anlamında bence biraz daha gidecek yolları var.


-Çinli bir piyanist de bu yıl programda değil mi? Yuca Wang mı Lang Lang mı?

Yuja Wang, Lang Lang’ı döver.(Gülüyor…)

 

-Sizden hararetle 3 konser tavsiyesi istesem ayıp mı etmiş olurum?

Kremerata Baltica & Gidon Kremer’le “Rus ve Amerikan Mevsimleri” kaçmaz gerçekten. Bir de iflah olmaz bir Brahms hayranı olduğum için Deutsche Kammerphilharmonie Bremen’in festivalde Brahms’ın eserlerini çalacağı “Brahms Aydınlanması” konserlerini hararetle tavsiye ederim.

 

-Bir de sizin bile iple çektiğiniz tek konser?

Deutsche Kammerphilharmonie Bremen & Lars Vogt “Brahms Aydınlanması”. Lars Vogt’dan Brahms’ın piyano konçertosunu dinlemek için az sabretmedim. İnşallah 25 Temmuz’da muradıma ereceğim.

Daha fazla yazı yok
2024-05-05 19:28:47