A password will be e-mailed to you.

 

16. İstanbul Bienali’nin başlığı, 11 Aralık Salı günü İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde düzenlenen basın toplantısında duyuruldu. İKSV Güncel Sanat Projeleri ve İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer’in açılış konuşmasıyla başlayan basın toplantısında bienalin küratörü; Eleştirel Estetik ve Postprodüksiyon gibi kitapların yazarı ve Montpellier Contemporain’in direktörü Nicolas Bourriaud, bienalin Yedinci Kıta başlığını taşıyacağını açıkladı.

Pasolini‘nin Marksist filmlerinden Uccellaci and Ucellini- Şahinler ve Serçeler ‘den serçeleri taklit eden rahipler sahnesiyle başlattığı konuşmasında ünlü filozof, serçelere duyduğu saplantısından ve onlar hakkında konuşmaktan kendini alamadığını ifade etti.

Konuşmasında sanatçıyı dünyada hayatta kalan-Survivor- dolayısıyla mücadeleci olarak tanımlayan filozof küratör, yerli, yabancı olarak düşünülegelen “vahşi” ifadesinin de bu sergi aracılığıyla tamir edilip yeniden tanımlanacağını sözlerine ekledi.

Siyaset ekolojisinden de söz eden Bourriaud, sanatçının bu anlamda vakuma benzer bir direniş geliştireceğini Guattari’den alıntılarla açıkladı.

Bu yaklaşımı akla Sarı Yelekliler’in birer yeni-vahşi/savage olup olmadıkları sorusunu getirirken Nicolas Bourriaud’nun, küratörlüğünü yapacağı bienalin kavramsal çerçevesini anlatırken Fransa’daki protestolara değinmemesi gözden kaçmadı.

Türkiye’deki toplumsal ve sosyal koşullarla ilgili eleştirel bir yorum yapmayan filozof maalesef düşünce suçundan tutuklu sanatçı, romancı ve gazetecilerle ilgili ondan beklediğimiz filozofik teselliyi veremedi.

Sırayla Michel Serres, Hal Foster, Felix Guattari, Walter Benjamin gibi filozoflara atıfta bulunan Bourriaud’nun doğa, kültür, insan ve makineyi birleştiren bir çokseslilik, bir arada yaşama yı sık sık vurgularken gözlerimiz 1985 tarihli Cyborg Manifesto yazarı kadın filozof Donna Harawayi de aradı elbette.

Doğa ve kültür karşıtlığı yerine ikisinin melezliğine ek olarak makineyle insanın melezliğini çok erken bir zamanda GPS’ler, Google Earth’ler yokken öneren Haraway’in, 7. Kıta’nın ilk keşfedenlerden biri olduğu pekala iddia edilebilir şimdiden.

Basın toplantısında henüz bienal mekanları açıklanmadı ama merak edenlere bir ipucu verdi filozof küratör. O da mekanların İstanbul’un kuşlarının mekanlarından geçtiğini…

Böylelikle insan merkezli değil hayvan merkezli bir bienal kurgusu kafalarda şekillenmeye başladı. Bu da geçmiş 15. İstanbul Bienali’nde hayvan hakları aktivistlerinin baskısına maruz kalan Boncuk’u hatırlattı.

Hatırlatmam gerekirse Boncuk, bienal yetkililerine göre aktivistler yüzünden değil, sergideki yer alma süresi dolduğundan özgür olmuştu.

Umarız bienal yönetimi zaman içinde asıl sorunun Boncuk’un sergide üç gün, üç saat, üç dakika kalmasının değil hiçbir canlı hayvanın, sanatçının efendiliğinde sergilerde yer almaması gerektiğini anlamış, hayvan hakları konusunda gereken duyarlılığa kavuşmuştur. Aksi takdirde önümüzdeki 16. İstanbul Bienali’nin antroposentrikliğiyle çok zorlanabilir.

Dünyadaki küratöryal lige ve onun getirdiği rekabetçi hatta neoliberal dünyaya mensup olmadığını bir filozof, bir yazar olduğu için düşündüğümüz ve bu anlamda bienale küratör olarak seçildiği için pek mesut olduğumuz Nicolas Bourriaudnun İstanbul Bienali küratörü olarak önümüze şimdiden başlığını getirdiği felsefi gündemi en başta misafirperver, meraklı ve sabırlı bekliyoruz.

İşte ünlü filozof küratörün basın toplantısı metni:

“Merkezden yoksun bir mekân neye benzerdi peki?”

Bugünün dünyasında sanatın amacını düşündüğümde antropolog Tim Ingold’un “Antropoloji içinde insanlar olan felsefedir” deyişi geliyor aklıma. Artık izleyiciyi de içeren bir antropoloji olarak sanatın, alternatif veya geçici toplulukları, hatta tek kişilik kabileleri kucakladığı söylenebilir. Konu geçmiş olduğunda ise sanat, Walter Benjamin’in sözleriyle “yitirilmiş” veya alternatif tarihlerin bir arkeolojisi hâlini alır.

Dünya giderek moleküllerine ayrılırken antropoloji ile sanat artık eskide kalmış sosyolojik, etnik, cinsel veya politik kitle sistemlerinin uğradığı tahribatı gözler önüne seriyor. Bütün ulus- devletler sürekli bir yeniden yapılanmaya yol açacak şekilde içlerinde altkültürleri, mikro-kültürleri, dışarıdan gelen akışkan tekillikleri, göçleri ve kültürel yeniden tanımlamaları barındırıyor.

Egemen ekonomiyle içinde yaşadığımız çevre arasında doğrudan bir bağ kuran Antroposen (veya, daha doğrusu Kapitalosen) çağına girerken, günümüz antropolojisi, yalnızca insan türünü merkeze alamaz. Bu merkezsiz dünyada antropoloji de sanat da bakış açılarının çokluğuyla yakın temas halinde olmak ve Batı’nın “ilerleme” vizyonunun ötesine geçerek, Viveiros de Castro’nun terimiyle gerçek bir “perspektivizm” icat etmek zorunda.

Merkezden yoksun bir mekân neye benzerdi peki? Claude Lévi-Strauss, daha 1960’larda, beşeri bilimlerin mutlak hedefini insanı “çözeltmek” olarak görmüştü. Altmış yıl sonra bugün, antropoloji de güncel sanat da artık kanonik Batı geleneğinden gelen doğa ve kültür ayrımı fikrinin sona erdiğini kabul ederek hayvanları, bitkileri, mineralleri ve makineleri kucaklıyor: Kültürü doğaya, doğayı ise kültüre geri kazandırıyor. İnsan eylemlerinin doğaya etkisi her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünya yaratırken, Antroposen fenomeni de elbette bu farkındalığın oluşmasında rol oynadı. Sanat, insan ile insan olmayanı birbirine bağlayan küresel yaşamın antropolojik bir araştırmasına dönüştü.

Ansızın kendini tanımadığı bir toplumun içinde bulan bir antropoloğa benzeyen izleyicinin gözünde, her sanatçı “yabancı” ya da “yaban” olarak değerlendirilebilir. Sanat, bu iki yabancının karşılıklı tozlaşabildiği yegâne bölgedir. “Yabanbilim [zenoloji]” derken kastettiğim de bu: Gerçekliği tanımlarken ötekiliklerin, tekilliklerin ve başkalıkların çeşitliliğine –hatta genişletilmiş, neredeyse moleküler bir çeşitlilik fikri gibi tahayyül edilen yenilenmiş bir “egzotizm” anlayışına– başvurmak. Yaban(cılığı) ve farkı fetişleştirmeye kaçmadan ama.

Antroposen’in en görünür sonuçlarından biri, “Yedinci Kıta” adı verilen devasa atık yığının oluşumu oldu: 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde yer kaplayan, 7 milyon ton ağırlığında yüzen plastik. Yedinci Kıta, merkezsizleşmiş bir dünyanın antropolojisi ve çağımızın bir arkeolojisidir. Günümüzün sanatsal üretimini, bilindik kıtalarla devasa yapıların çok uzağında yer alan bir farklılıklar takımadası ve çoklu evren olarak sunar. Yedinci Kıta, sanatı insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran moleküler bir antropoloji olarak tanımlar.”

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-07 01:19:31