A password will be e-mailed to you.

Geçtiğimiz günlerde Galeri Apel’de sona eren Sazlı Sözlü Sergi’siyle 49 yıllık sanat yaşamını geriden bırakan Can Göknil, gravürleri, resimleri, resim tadındaki öyküleri ve çocuk kitaplarıyla bizlere mutluluk vermeye devam ederken, kendisine sormak istediklerimiz olduğunu farkedip kapısını çaldık… 

Raife Polat: Sergilerinizi gezenler mutlu çıkıyor galeriden. Resimleriniz oyunlu, naif, mutlu ve hatta sazlı sözlü… Öyküleriniz de öyle. Oysa Türkiye’deki sanatsal üretimlerde mutluluktan çok kaotik, karamsar ruh halleri ya da kaygılardan, toplumsal meselelerden beslenme görülüyor. Son yıllarda doğal olarak bir artış, bir yoğunluk da var bunda. Ancak bunca karamsarlıkta ‘mutluluk’ hissi iyi geliyor insana. Nasıl başarıyorsunuz bunu?

 

Can Göknil: Bir söyleyeceğim şey; eğitimim Amerikan, Robert Kolej, arkası, yüksek şu bu. Ardından da New York’ta 8 yıl kadar çalışma hayatı. Orada her şey açıktır. Amerikalılar kendilerini dünyanın en iyi, en önemli, en şanslı ortamında kişiler sayarlar. Bunun bir etkisi var sanıyorum. İkincisi; Allah bana hiç kötülük göstermedi. Sevgilim, eşim hep aynı insan 50 senedir. Hala birbirimize aşkla bağlı bir çiftiz. Ciddi bir sağlık sorunumuz olmadı. Hep iyi ortamlarda büyüdüm. Ailem kültüre önem verdi, paraya değil. İyi yetişmemiz için ne lazımsa her şey temin edildi. Bütün bunların içinde ben karanlık birisi olsaydım ayıp ederdim. Sanatımın bu yönü, öykücülük, fantazya, bir de ‘humour/gülümseten’ tarafı benim içimde var. Dolayısıyla tüm işlerime yansıyor. Çocuk kitaplarında da belki o yüzden bir başarı sağladımsa sağladım.

 

Evet, çocuk kitapları sizin üretimlerinizde önemli bir yer tutuyor…

 

Ömrümde hiç illüstrasyon dersi almadım, tamamen resim üzerine güzel sanatlar atölyelerinde çalıştım. Ama New York’tan ayrılacağımız zaman, kitapçılarda çocuk kitaplarını keşfedince bunun da bana yatkın bir sanat olabileceğini düşündüm ve gücümün yarısını da bu kitap konusuna verdim. Çünkü çocuklara sanat değerini erken yaşta vermenin -ki benim ailem bana ve kardeşlerime onu verdi- sonraki hayatlarında onlara güzellik getireceğine inanıyorum.

 

New York’ta keşfettiğiniz o pırıltılı çocuk kitabı dünyası Türkiye’ye döndüğünüzde belki de hiç yoktu, değil mi?

 

Hiç yoktu. Redhouse Yayınevi ve bir de misyoner Amerikalılar vardı. Benim alışık olduğum sistemde çalışıyorlardı. Beni biraz da havada kaptılar. New York’tayken hep hazır sanatın patladığı bir diyardayım, bari hiç değilse resmin yanı sıra bir marifet kazanayım, bir şey öğreneyim istedim. Gelmeden çocuk kitaplarını biraz etüt ettim ve buraya biraz hazırlıklı döndüm. Ama gene hiçbir şey bilmiyordum. Okulları, yuvaları gezdim hep. Oralarda çocuklara resim göstererek, okuyarak, araştırarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Redhouse dönemi 15 kitap falan çıktı. O zaman 5’er bin basılıyordu hiç olmadığı için. Sonra onlar bir şekilde yurt dışına, İsveç, Almanya gibi Türklerin yoğun olduğu bölgelere dağıtıldı. Resim öyle değil ki, bir tane yapıyorsunuz ve şanslıysa birinin evine gidiyor. Ama kitap çok olunca bir şekilde isim yayılıyor. Redhouse kapanınca yurt dışı işlerine başladım, Almanya, Hollanda falan. Sonra Remzi Kitabevi’ne 6-7 kitap yaptım. Onların birisi Renkli Öcüler’di, hiç unutmam. Fuar zamanıydı. Yayınevinden dediler ki, “Can Hanım fuarda bütün kitaplar satılıyor, Öcüler kalıyor!” Bizim halkımız çok önyargılıydı.

 

Ben hala o önyargının olduğunu düşünüyorum.

 

Var. Ben resim yapar gibi illüstrasyon yapsam, ki yapabiliyorum, Bologna Kitap Fuarı’nda, şurada buradaki illüstratör sergilerine girmeyi başarırım. Zaman zaman da bu oldu. Ama o kitabı hiçbir gün, hiçbir yayıncı burada basmaz. Can Yayınları’yla çalışıyorum, onlar dahil. Çünkü soyuta kaçar, satmaz. Okullarla çalışıyoruz biz. Okul da müdürün elinde. Onlar onaylamadan öğretmenin listesine, okul kütüphanelerine o kitaplar girmez. Kitaplar 1000 basılıyor. Bizim gibi çocuğu çok olan bir memlekette ne kadar az bir sayı. Ona rağmen bazıları iki senede falan anca tükeniyor. Resimli kitaplardan bahsediyorum. Anne babalar, “canım çocuk büyüdü artık, bu resimler de ne oluyor,” diye düşünüyor. Aslında o resimler dünyayı, çevreyi, evini tanımanın ilk yolları. Ben hep yoruma açık tutmaya çalışıyorum resimlerimi ki çocuk kendi yorumunu yapsın, fikir üretebilsin, içinden bir şey seçebilsin, beğenmediğini söylesin…

 

Aslında çocuğa da yazı zul geliyor artık. Onlar da tam tersi daha görsel ağırlıklı yayınları tercih ediyorlar. Hatta erken yaşlarda çizgi romana falan kayıyorlar…

 

O da fena değil. Ama onun asıl nedeni kitap ya da kağıt üzerine basılı bir şeyin ekranla yarışması. Ekran çocukların artık anadili gibi bir şey. E-kitaba karşı değilim, ama kağıdın büyük tadı var tabii, kenara itilecek bir şey değil.

 

Peki mutluluk meselesinden girdik, ama hep paralel gitmek durumundayız. Çünkü sizin için hiç ayrılmıyor galiba söz, yazı ve resim, renkler, boyalar.

 

Söz ve göz…

 

Evet ben de o söz ve göz meselesine gelmek istiyorum. Güven Turan söylemiş galiba, “sözü ve gözü kardeş eyledi,” diye. Sizin sanatınıza baktığımız zaman çok doğru bir tespit olduğunu hissediyor, görüyoruz. Biraz bu kardeşliği anlatabilirsiniz belki.

 

90’larda Yapı Kredi’de bir sergi açtım. O zaman bir katalog hazırlandı. Güven Turan ve Metin And giriş yazılarını yazdılar. Kitap sanatı diye. İngilizcede ‘book as art’ veya ‘book art’ dedikleri çağdaş sanatın bir bölümü. Bu bana çok cazip geldi. O sıralarda bir gravür atölyem var. Süleyman Saim Tekcan’la da komşuyum. Çok iyi bir konumdayım gene. O dönemde Osmanlı yazmalarını öğreniyorum, çünkü Metin And’la tanıştım. O da çok bilgili, çok tonton, bilirsiniz şeker gibi bir adam. Mitolojiyi iyi biliyor. Bazı görselleşmeyen şeylerin hemen bir minyatürünü buluyor. Bütün inançların görselleştirilmesine Metin And’da rastladım. Hep inançların sanata dönüşmesi ilgimi çekiyor. Bizimkilerin de -bizimkiler diyorum artık, geçmişte kaldı Osmanlı ama- büyük bir fal inancı var. Ben de o dönem tüm o fal çeşitlerini öğrendim. Mesela çok önemli minyatürcülerin kitaplarında falan, sayfayı açıyorsun ne çıkarsa o senin falın oluyor. Ben bunu sergide kullanırım dedim. Osmanlı tarihinde Davetname diye bir kitap var. II. Beyazıt için yazılmış. Ruhları davet ediyor bazı işleri kolaylaştırmak için. Ben de onun üzerine bir davetname yapmaya karar verdim. Astrologlar, müneccimler, ciddi meslek sayılıyor bunlar. Bir de 2 ciltlik Yıldızname yaptım. Etti üç büyük kitap. Bir de falnameler var. O sergide büyük masalar üzerinde ortaya koydum bu gravür kitapları. Gelen karıştırabildi, elleyebildi, o deri ciltleri, kağıtları hissedebildi. Duvarlarda da çerçeve içinde sergilendi gravürler. İşte Güven Turan bu sergi üzerine ‘Söz ve Göz Kardeşliği’ diye bir yazı yazdı. Hakikaten beni çok iyi anlatan bir tanımlama olduğu için ben sonraki konuşmalarımda veya sergilerimde bunu ilke edindim. Bir de o dönem “ben resimden hiç anlamam,” diyerek uzak duruyordu insanlar. Ama yanında sözü de olunca izleyiciyle tablonun veya gravürün yakınlaşması kolaylaşıyordu.

 

O zaman Apel’deki son serginizde bu yakınlaşmayı iyice arttırdığınızı söyleyebiliriz. Türküler, sazlar ile…

 

Evet bir de sazı kattım. Müzik girdi. Bu sergi için de türküleri araştırdım, her resim için bir türkü seçtim. Tavşanlı bir tablo yapmıştım; bir kadın kaval çalıyor. Onu kendim olarak düşünmüştüm. Ona türkü bulamadım. Onu da ben uydurdum. Madem sözlü edebiyat, herkes bir katkıda bulunuyor, bu da benden olsun diye… Galerinin yöneticisi de müthiş sazlı sözlüdür. O da müziğini yaptı. Bir söylemeye başladı, zannedersin ki en iyi türkücü biziz!

 

Sergideki işlerinizde bir çocuksuluk, neşe, uçuculuk hali vardı. Ben bunu çocuk edebiyatıyla ilginize bağlamıştım, ama galiba Can Göknil böyle.

 

Diyorum ya içimde var. Bence aile yaşamıyla ilgili bu. Çünkü insan ne yapsa muhakkak bir şekilde kendini yansıtıyor. Yapmayayım diyorsun, kendimden bahsetmeyeyim, ama bir gizli yerinden için yansıyor.

 

Anadolu mitleri, kendi kökenlerimiz, tarihimiz, söylencelerimizin peşine düştünüz. Bilerek, isteyerek girdiğiniz bir yol bu ve kitaplarınızla bunu çocuklara da anlattınız…  

 

Üstünde durdum, çünkü beni ilk başta sanatçı olarak ilgilendiren şey –Gölgem Renkli mi? adlı kitabımda da yazmıştım- benim sanatçı kimliğim. Kimliksiz sanatçı olmaz. 10 sene Amerika’da oturup, green card’ın da olup dönmek isteyişimizin sebebi de bu. Her tavuk kendi çiftliğinde daha iyidir düşüncesi. Ama baktım ki benim de pek kimliğim falan yok. Amerika’da grafiker olarak çalıştığım binanın alt katında Dial Press vardı. Çocuk editörüyle kahve içerdik bazen. Yaptıklarımı görmek istedi. Baktı “aaa bu bir hayvan masalı ama. Sen İstanbul’dan geliyorsun. Dünyanın en gizemli, bizi büyüleyecek şehrinden. Niye kendine ait bir şey yapmıyorsun?” dedi. Bir düşündüm, çünkü bilmiyorum. Bildiklerimin üzerine yeni bir şey üretecek kadar bir birikimim yok. Onun üzerine o birikimi elde etmeye çalıştım. Sanatçılığımda bir yol haritası oldu açıkçası. Beni en çok ilgilendiren inançların sanata dönüşmesiydi. Onun üzerine inançları araştırmaya başladım veya inançlarla ilgili davranışlar. Ne bileyim ağaçların çaputu Yakut Türklerinde geyik boynuzlarında görülüyor. Muskalar desen gene objeye dönüşmüş bir inanç. Ama öyle bir inanç ki British Museum’da bir bakıyorsun silindir mühürler meğer ilk muskalarmış! Kim yazmış insanların kaderini o zaman? İşte kuş adam Anzu niye kader tabletlerini çalmış? Niye insanlar büyüye başvurmuş da tılsımlar yapmış? Şimdi bunların hepsi birer sanat objesi. Müzelerde sergileniyor. Gidip görebiliyor, araştırabiliyorsun. Tarih şeridi gibi önüme açıldı bu. Onun içinden kendime yakın gelen konuları seçtim seçtim öğrendim bir kimlik kazanayım diye. Bir sürü kitap okudum. Bütün bunlar içime biriktikçe çizmeye başladım gayrı ihtiyari. Böyle böyle okudukça yaradılış efsaneleri çıktı. İslam’da inanç nasıl sanata dönüşür? Çok çetin bir soru gibi geldi bana. Üüüü ne biçim dönüşürmüş! Bir Metin And’ı tanıyınca ortaya çıktı. Yani bunların hepsi, benim kimlik arayışımın karşılığı olarak araştırdığım, bulduğum, kendime katmaya çalıştığım, insanımıza da bazen öğretmek bazen paylaşarak onun bilgilerini almak şeklinde kurduğum sergiler oldu. Çocuklara gelince… Onlara da bunları yansıtmak istedim anlayacakları bir dilde. Çünkü benim gibi büyümesinler, bazı şeyleri baştan bilsinler istedim. 

 

Biraz da güncel sanattan söz edelim mi… Nasıl tanımlıyorsunuz, görüyorsunuz? Yapılan işlerle ilgili fikriniz nedir?

 

Benim gibi klasik teknikle resim yapmayı öğrenen insanlar için günü takip etmek, çok açık söyleyeyim bazılarını anlayamıyorum. Diyelim yerleştirmeler. Yerleştirmeyle çok güzel anlatılır neyse anlatmak istediğin. Ben de ne bileyim Sazlı Sözlü’de penguenleri bir yerleştirme olarak sundum. Ve bu aslında gezinin bir göndermesiydi. Devam etsin dileğiydi. Ama tabii benim ifadem hep pozitif anlamda oluyor.

 

Ve naif…

 

Evet. O içimde, sesim bile öyle. New York’ta okurken bana Donald Duck olmayasınız falan derlerdi… Halbuki tiyatrolarda da oynadım ama neyse… Her insanın bir yaradılışı var. İyi anlatırsa yerleştirme meseleyi -ki bu sanatçıların meseleleri çok ciddi- hiçbir diyeceğim yok. Önemli olan, bir fikirle ortaya çıkıyorsun, ama o fikri nasıl ifade ediyorsun? Sanatçılar ön görüşlü olduklarına inandıkları için bu yaşadığımız ortamları kritik ederek bizi daha iyi bir platforma taşımaya çaba gösteriyorlar. Söylediğin şeyi sert söylemen lazım, o da benim mizacıma hiç uymuyor. Bazen de işçilikleri iyi olmuyor yapılanların. Fikirlerin çok iyi işlenmesi, ifade edilmesi lazım. Birazcık gazetecilik gibi geliyor bana güncel sanat. Estetiği boş veriyorlar genelde, fikre önem veriyorlar. Bu fikri ifade etmek için de -multi disiplin diyoruz- bütün tekniklerden yararlanıyorlar. Halil Altındere’nin çocuklar için hazırladığı Çocuklar için Türkiye Güncel Sanatı kitabı var. Orada diyor ki, “sanatın geleneksel teknikleriyle üretilen eserleri sanat dışı saymıyoruz. Onlar evet sanat, ama başka her şey de sanat olabilir.” Mesela bir kamyonu toplarla doldurmuş kapağında, o şimdi sanat olmuş. Şimdi ben o kadar, modern diyeyim, düşünemiyorum. Çünkü sanatçının bir bileği vardır. Nasıl yazarın kalemi vardır. İşte o bileğin de kuvveti biraz yaptığı işte gözükmelidir. Bence estetiği reddetmek sanatta olmaz. O zaman başka bir ad altında bütün bunlar birleşebilir. Bir kavram kargaşası olduğunu düşünüyorum ben.

 

Siz biraz daha belge niteliği olduğunu düşünüyorsunuz yani bu işlerin…

 

Ve negatif belge. Çoğunlukla öyle. Pozitifine şimdiye kadar daha rastlamadım. Bunun da bir pazar işi olduğunu düşünüyorum. Her şeyin altında para var. 70 yaşıma geldim ve bunu maalesef öğrendim. Bir ara 90’lara, belki 95’e kadar, benim dönemimden bir önceki sanatçılara büyük istek vardı. Nedim Günsürler, Bedri Rahmiler… Bütün galeriler onları satar, bütün evler onlarla dolar. Sonra o tükendi, öldüler. Bu sefer benim gibi, modern diyelim, figüratif modern, ona ilgi oldu. Sonra soyut oldu. Şimdi bu çağdaş veya güncel dedikleri -çağdaş yanlış bir defa, ben de çağdaşım, bu çağda yaşıyorum. Güncel demek, güncel konular üzerine ifade özgürlüğü sağlamak. Şimdi o geldi. Onu da anlamak güç. Çok entelektüel kaldı. Sanat herkes için değil mi?

 

Bu da çok tartışmalı bir konu biliyorsunuz… Sanat sanat için mi? Herkes için mi? Kim için?

 

Kim için? Bir de bu şimdiki sanatçıların ekrandaki ustalığı var. Elbette ki dijital işler sanata girecek, çünkü gün öyle. Gün neyse sanat onu yansıtıyor zaten. Ama benim tek karşı durduğum estetik unutulmamalı eğer adı sanatsa. Estetik içinde de bütün bunlar yapılabilir. Biraz üreteni zorlar belki ama öyle olmalı. Bir de tabii özgün olmalı işler.  

 

http://cangoknil.com

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-05 05:44:04